Etiket arşivi: YANDAŞ MEDYA

YANDAŞ MEDYA /// Süleyman Özışık : Şafak Pavey’in özgürlük anlay ışı…


null_zpsd92b8d6c.jpg

AK Partili 4 milletvekilinin Meclis’e başörtüsü ile geldikleri gün bir konuşma yapan Şafak Pavey’in sözleri uzun süre konuşulmuştu.

Aslında o gün yazmak istedim ama araya başka konu girince geçti gitti. Dün gece bir televizyon kanalında izledim.

Geçtiğimiz yıllarda geçirdiği o talihsiz kazadan sonra Erdoğan’ın kendisini ziyaret etmesi hakkında ilginç bir yorumda bulununca, yazmadan geçemedim.

"Sayın Başbakan kazadan sonra zarafet örneği gösterip beni hastanede ziyaret etmişti. Tekrar teşekkür ediyorum bunun için. Ama insani ilişkilerin siyasi rekabete malzeme yapılıp medet umulmasını anlamış değilim. Bir hasta ziyareti karşılığında dünya görüşümü değiştirmem mi gerekiyor? Bunu anlamış değilim" diyordu.

Sadece bu mu?

İnsan hakları , kölelik falan derken lafı gediğine koyup, "Gay, lezbiyen, biseksüel kişilerin de evlenme hakkı" olması gerekir" diyerek özgürlüklere bakışını ortaya koyuyordu..

O konuşurken peşin peşin alkışlayan kuru kafaları izledikçe gülesim geldi. Netice itibari ile kafa CHP kafası.

Karşısındakini aşağılayan, saygıyı,özgürlüğü sadece ama sadece kendisine isteyen hastalıklı bir zihniyetten başka ne bekleyebilirsiniz ki?

Başörtülüler 80 yıl Meclis’e giremezken, "Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın eşi başörtülü olamaz" diyen zalimlere omuz vereceksiniz. 2 yıl o Meclis’e pantolonla giremedin diye vicdanlara çekiç gibi inmeye çabalayacaksınız.

Hem "Bu hükümet zamanında ben pantolonla Meclis’e gelemedim" diyeceksiniz, hem de "Pantolon yasası çıkarırsak, türbanla da Meclis’e gelirler. Ses etme Şafak!" diyen partidaşlarından bahsetmeyeceksiniz.

Hem Başbakan’a "Dolmabahçe’de oturup gemiden inen kadınları dikizliyor" diyen genel başkanınızı alkışlayacaksınız. Hem de Çamlıca’nın tepesinde öpüşenleri dikizleyeceksiniz!.

"Aynı evde kalan kız ve erkeklere özgürlük" diyeceksiniz, Çamlıca’da sevdiğini öpen başörtülü kadına adeta ortalık malı muamelesi yapıp, "O çok özgür davranırsa böyle rezil ederim" diye aşağılayacaksınız.

Hem, "Başbakan beni hastanede ziyaret etti diye dünya görüşüm mü değişecekti yani?" diyeceksiniz. Hem de başörtülü ve inançlı insanların dünya ve ahiret görüşünü değiştirmeye kalkan "ikna odalarının mucidi Nur Serter" ile aynı safta yer alacaksınız.

Sonra da, "Bu özgürlükleri yaşıyorsanız Atatürk sayesinde yaşıyorsunuz" diyerek bir bir ülkenin yarısını Atatürk düşmanı ve vatan haini olarak ilan edeceksiniz. Barbara gibi yaşayıp, Deborah adetlerini halka dayayıp, Scarlett’i kadınlara idol olarak gösterip, sonra da "Bak Atatürk olmasa senin adın Olivia olurdu" diyeceksiniz.

Ah Susan! Keşke bir sussan!

Şu özgürlük dediğiniz lanet olası şey sadece CHP’lilere mi mahsus bu coğrafyada?

Sorarlar adama, "80 yıldır bize çok görülen haklarımızı, yaşadığımız zulmü kime borçluyuz? Atatürk’ün verdiklerini nimet olarak sayıyorsanız, Atatürk’ün adını kullanarak vermediklerinizin faturasını kime keselim?" diye sorarlar.

Artık bu millete, "Sen Atatürk sayesinde bu haldesin" şeklindeki o aşağılayıcı, sindirici, ötekileştirici kirli cümleyi dayatamazsınız.

Bunu hala anlamadınız mı?

Sizin nazarınızda kabul görecek hangi cümleyi kursun bu insanlar onu söyleyin bari? İlla sizin söylediğiniz gibi, "Olmasaydın, olmazdık" diyerek Allah’ı mı inkar etsinler?

İlla sizin yaptığınız gibi öz be öz ecdatları olan Osmanlı’ya küfür mü etsinler? Kanuni’yi, Yavuz’u, Sultan Fatih’i reddettiklerinde, Abdülhamit’e küfrettiklerinde mi muteber olacaklar sizin gözünüzde?

Sırf bunları yapmadıkları için daha ne zamana kadar onlara, "Erdoğan’ın g.tünün kılı" diye hakaret edeceksiniz?

Yetmedi mi?

Anlamadınız mı hala?

İnsanlar, "Sizden biri olacağıma, Erdoğan’ın g.tünün kılı olmaya razıyım" diye bas bas bağırıyor.

Hala anlamadınız mı sizi ne sıfata koyduklarını?

Bu ülkenin insanı "’Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum’ diyen komutan kadar, ‘Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni’ diyen komutana da özgürlük borçluyum" diyor.

"Şu ayrıştıran, bölen, bölüştüren zehirli dilinizi bir kere de Kazım Karabekir için, Mareşal Fevzi Çakmak için, Nene Hatun için, ölüme "Allah Allah" nidasıyla koşan Mehmetçik için oynatın" feryatlarını duymuyor musunuz?

Erdoğan’ın sizi hastane odasında ziyaret etmesi elbette dünya görüşünüzü değiştirmemeli. Hiç bir canlının sizin dünya görüşünüzü değiştirmeye hakkı yok. Tıpkı, sizin samimiyetsiz gülücüklerinizin arkasına sakladığınız dayatmalarla, "Dünya görüşünü değiştir. Benim gösterdiğim kişinin izinden git. Sen olmasaydın biz olmazdık diyeceksin" deme hakkınız olmadığı gibi…

Siz bunu dediğiniz sürece, "Ben özgürlüğümü cepheden dönenler kadar, cephede ölenlere de borçluyum" cevabının altında ezilmeye mahkum kalacaksınız.

Anlayın artık!

Süleyman Özışık

YANDAŞ MEDYA /// Alper TAN : MESUT BARZANİ NİÇİN GELECEK ??


Mesut Barzani hafta sonu Diyarbakır’da olacak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya gelecek. Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan Barzani’nin gelişini analiz etti. İşte Tan’ın o analizi:

Dünya, siyasi ve sosyal olarak yeniden şekillenirken 1.7 milyar nüfusa sahip İslam dünyasının en önde gelen ülkesi Türkiyenin durumu son derece dikkat çekiyor. İslam ülkeleri arasında siyaset belirleme ve dünyayı etkileme konusunda en güçlü ülkelerin başında Türkiye var. Böyle olduğu için de herhangi bir konuda Türkiyeyi engellemek veya Türkiyeye geri adım attırmak otomatik olarak diğer İslam ülkelerinin pozisyonunu da olumsuz etkiliyor.

Türkiyenin etrafındaki olumsuz siyasi gelişmeler veya krizler Ankaranın hareket kabiliyetini de etkiliyor. Bu olumsuzluklar eğer içerde ise daha çok etkiliyor. Kendi iç meselelerini çözememiş bir ülkenin dünyaya veya bölgeleye nizam vermesi beklenemez.

Ankara bu realitenin farkında olduğu için demokratikleşme adımlarını hızlandırıyor. Terör ve Kürt meselelerini çözmek için adımlar atıyor.

Tarihi bir tecrübeniz yoksa veya özgüven probleminiz varsa bağımsız davranmanız da zordur. İstihbaratınız zayıfsa veya milli değilse bağımsız dış politika yapamazsınız. Ekonominiz dışa bağımlı ise ciddi ve bağımsız bir dış politika yürütemezsiniz.

Bağımsız dış politika için içerdeki toplumsal bütünlük ve sosyal istikrar çok çok önemlidir. Dışarıda güçlü olmanız için komşu ülkeler ve topluluklarla da sağlıklı ilişkileriniz olmalı. Güçlü dış politikanın ardında milli ve güçlü bir ordunuz yoksa yapabilecekleriniz de sınırlıdır. Bu noktada özgürlük ve güvenlik denklemini iyi ayarlamanız gerekiyor.

Korkularla yaşayan bir toplumun başarıya ulaşması mümkün değildir. Tehditler ve tehlikeler üzerine akılla, mantıkla, tecrübeyle ve cesaretle gitmek gerekir. Kilit nokta özgüven ve kararlılıktır.

Türkiye artık derin statükonun yerleştirdiği yersiz, sahte korkularını aşmış durumda. Üretilen iç ve dış siyaset konularında önde gelen tüm kurumların mutabakatı söz konusu.. Böyle olunca da başarı kaçınılmaz oluyor.

İç düşman paranoyasından kurtulan Ankara, gerektiğinde dünyaya kafa tutabiliyor. Çine verilen füze ihalesi konusunda NATO, ABD ve Avrupadan çok, rahatsız olan içerdeki gizli NATOcuların tepkileri gelmişti. Füzeyi Çinden alırsanız benim babam sizi döver demeye gelen abartılı yorumlar yaptılar. ABD ve NATOnun Türkiyeye tepki göstermesi için çırpındılar, dua ettiler. Peki ne oldu sonunda? Türkiye geri adım atmayınca NATOcular gevşediler ve tekliflerini yeniden değerlendireceklerini açıkladılar. Nihai noktada Türkiye alacağı silahı Çinden alır, Rusyadan alır veya başka yerden alır. Önemli olan bağımsız bir ülke olarak kendi tercihini kendisinin yapması, iradesini NATOya ve NATOculara teslim etmemesidir.

Eski Türkiye, tıpkı içerde vatandaşları iç düşman olarak gördüğü gibi tüm komşuları da düşman ilan etmişti. O zihniyete göre tek dostumuz ABD idi. Yine zihniyetin azılı düşman olarak gördüğü kesimlerden biri Iraktaki Kürt gruplardı. Celal Talabani ve Mesut Barzaniyi Peşmerge başı olarak gösterip küçümsediler. Eski Genelkurmay başkanlarından biri Onları da vurabiliriz görüntüsü bile verdi. Çünkü eski devlet Talabani ve Barzaniyi PKKnın hamisi olarak gösteriyordu. Halbuki PKKnın gerçek hamisi dışarıda değil esasen içerdeydi. PKK ile Ergenekon ortak çalışıyordu. Millet bütün bu gerçekleri gördü ve görüyor artık.

Uzun yıllar PKKnın hamisi olarak gösterilen Mesut Barzani şimdi PKK terörünün bitmesi için en az Türkiye kadar gayret gösteriyor. Bu sorunun çözümü için her türlü fedakarlığı yapıyor.

Barzani, Türkiye ile ilişkilere verdiği önemin gereği olarak içinde olduğu ülkenin yönetimi ile ilişkilerinin bozulmasını bile önemsemiyor. Hatta Bağdat ile savaşın eşiğine kadar varmaktan çekinmiyor.

Son yıllarda Türkiye ile Irak Kürdistanı arasında bütünleşme istikametine doğru hızlı bir ilerleme var. Bugün Erbil ve Süleymaniye, Ankaraya Yozgat kadar Konya kadar yakın şehirler. Ticaret, siyaset, eğitim, güvenlik ve enerji konularında inanılmaz gelişmeler oluyor.

Türkiye, Irak, İran, Suriye.. Bu 4 ülkede 28 milyon Kürt yaşıyor. Bunun yaklaşık 15 milyonu Türkiyede gerisi ise komşu ülkelerde.. Neredeyse bütün Kürtlerin gözü Ankarada.. Siyasetlerini, pozisyonlarını, geleceklerini Ankaraya göre belirleme eğilimi var. Hem tarihi gerçekler hem de mevcut durum Ankara için de Kürtler için de en doğru yol olarak Ortak geleceği işaret ediyor. Farklı ülkelerde yaşamakta olan Kürt gruplar bir araya geldiklerinde Türkiye ile nasıl entegre olunabileceğini tartışıyorlar.

Ama bu entegrasyondan, bu muhtemel buluşmadan son derece rahatsız çevreler var. Entegrasyon sürecini ters yüz ederek bozma çabasındalar. Onun için de Çözüm sürecinin akim kalması için gece gündüz çalışıyorlar. PKKdan BDPden gelen en ufak olumsuzlukları veya eleştirileri büyüterek buralardan medet bekliyorlar. Ama her defasında beklentileri boşa çıkıyor. Ankara da, Abdullah Öcalan da kararlı şekilde çözüm sürecinin arkasında duruyor.

Böyle bir noktada Mesut Barzaninin Diyarbakırda vereceği görüntü son derece önemli. Aslında mevcut durumu 16. Yüzyılda yaşamış olan tarihçi ve şair Şükri-i Bitlisinin aşağıdaki dörtlüğü Ortak geleceği veciz şekilde anlatıyor.

Diyor ki Şükri-i Bitlisi

Türkün yanında Türkem,

Kürdün yanında Kürtem.

İçeride koyunam,

Dışarıda kurtam.

Alper TAN

12.11.2013

YANDAŞ MEDYA /// Alper TAN : İZLEYİN OYUN BOZULACAK


Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da Mesut Barzani ile yapacağı görüşme, daha şimdiden, çözüm süreci konusunda kimin aslında nerede durduğunu açıkça gözler önüne serdi. Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan bu konuyu analiz etti. İşte Tan’ın o analizi:

Başbakan Erdoğanın daveti ile Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzaninin Diyarbakıra gelecek olması Türkiyede bir kesimin ezberini ve dengesini bozmuş durumda. Rahatsız kesimlerin bazıları ağzından bazıları da karnından konuşarak tepkilerini dışa vuruyorlar. Erdoğan ve Barzaninin Diyarbakır programı konusunda envai çeşit yorumlar yapılıyor. Yorumların büyük çoğunluğu soğuk savaş döneminin reflekslerini yansıtıyor. Tabi eski Türkiyenin modası geçmiş jargonuyla..

Bazıları bu görüşmeyi zamanlama ve görüşmenin yapılacağı mekan itibariyle ele alıp Seçim kardeşliği olarak değerlendiriyor. Görüşmeyi değersizleştirmeye çalışıyorlar. Bazıları da Memleketin elden gitmesi olarak gösterip karşı çıkıyor.

Bu görüşmeyi birileri Ak Parti-KDP yakınlaşması olarak gösterip rahatsızlık duyuyorlar. Mesela BDP ve HDP, Erdoğan-Barzani görüşmesine ilginç biçimde çok soğuk bakıyor. BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Erdoğan seçim için geliyor diyor. Erdoğanın Diyarbakır gezisine, hükümetin Çözüm Sürecinde yeni ittifak arayışlarına dayalı politika değişikliği yorumlarını yapanlar da var.

HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Barzaniye gösterilen misafirperverliğin, PYD lideri Salih Müslime de gösterilmesi gerektiğini söyledi. BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak ise BDP tabanına Erdoğanın programlarına katılmayın çağrısı yaptı. Gültan Kışanak, Başbakan, seçim kampanyasını yürütüyor, Diyarbakır programının, çözüm süreciyle alakası yok diyor.

HDP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, Biz Sayın Barzaniyi davet etmiştik etkinliklerimize, ne yazık ki katılmadı. İktidar partisinin bir programına dahil oluyor. Katılmamız söz konusu olmaz değerlendirmesinde bulunuyor. Sebahat Tuncel, Barzaninin Diyarbakır ziyaretine AKPnin seçim politikasına dahil olmamasını, bölgedeki AKPnin sarsılan imajını yeniden kazandırma yaklaşımının bir parçası olmamasını bekliyoruz şeklinde tepki gösteriyor.

BDP heyetinin İmralıda yaptığı son görüşmede, Abdullah Öcalanın, Çözüm için yeni adımlar bakımından hükümete yeni opsiyon tanıdığı, 4 aylık bir sürecin içinden bu durumu okumaya devam edeceğini ve bu çerçevede çözüm sürecinin tıkanmasına izin vermeyeceğini ifade ettiğine dair açıklaması, Başbakan Erdoğanın, Seçimi terörsüz, olaysız atlatma konusunda Öcalandan garanti aldığı şeklinde göstermeye çalışanlar var. Bu konuda en azından bir tereddüt, kuşku uyandırmak isteyenler söz konusu..

Bütün bu tepkisel değerlendirmeler ya kasıtlı ya da yersiz ve mesnetsiz değerlendirmelerdir. Olaylara miyop bakışın ve Çözüm Süreci’ni tam olarak anlayamamış olmanın getirisi. Şunu iyi anlamak gerekir. Bizce Çözüm Süreci sadece PKK terörünü bitirmekle sınırlı değil. Çözüm Süreci’nin, Türkiyedekilerin yanı sıra komşu ülkeler de dahil tüm Kürtleri ilgilendiren boyutları söz konusu. Türkler ve Kürtler tarihte olduğu gibi Kader birliği yapıyorlar. Eski Türkiyenin olumsuz izlerini birlikte silmeye başladılar. Türkler ve Kürtler kader birliği yaparak ortak geleceğe birlikte yürüyecekler.

Diyarbakırdaki görüşme bir Ak Parti-KDP ittifakı değildir. Bu görüşme bir seçim kardeşliği de değildir. Kaldı ki Ak Partinin bir siyasi parti olarak seçim öncesi bu amaçla bile olsa böyle bir etkinlik yapmasının kime ne zararı olabilir? BDP ve HDP kendi siyasetine güveniyorsa böyle bir görüşmeden niye rahatsızlık duyuyor? Eğer Mesut Barzani BDP ve HDPnin davetini ciddiye almıyorsa BDP ve HDPnin kendilerini gözden geçirmesi gerekir.

BDP bu güne kadar terör üzerinden siyasi bir ranta konduğu için barış ve kardeşlik ortamında gerçek siyaseti yapmakta zorlanıyor. Bugüne kadar ölen Kürt gençlerinin kanları üzerinde duran siyasi mevkiler, kan durunca karaya oturdu. O sebeple de nasıl bir siyaset yapacakları konusunda yalpa yapıyorlar, karar veremiyorlar.

Önümüzdeki yerel seçimlerde zafiyete uğrarlarsa acaba BDP ve HDP bunun faturasını Mesut Barzaniye mi çıkaracaklar?

Burada şunu açıkça ifade edelim. Görünen o ki Tayyip Erdoğan da, Mesut Barzani de Abdullah Öcalan da Türklerin ve Kürtlerin ittifakı ve Ortak gelecek konusunda görüş birliği içindeler. Ama PKKnın, BDPnin, HDPnin ve KCKnın içinde yer alan, halktan kopuk, sırtını soğuk savaş döneminin yöntemlerine dayamış acımasız, sosyalist, laik ve gizli Kemalist kesimler bu birliğe karşılar ve buna karşı mücadele ediyorlar.

On sene önce Olağanüstü hal kaldırılsa Kürt sorunu çözülür diyenler, şimdi Rojava sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez diyorlar. Daha geçen yıla kadar Kürt sorunu demokratikleşme sorunudur. Demokrasi olursa sorun da çözülür diyenler, şimdi İsrail örneğini vererek Kürt sorunu demokratikleşme sorunu değildir. Demokratikleşme olsa bile çözülmez çünkü Kürt sorunu egemenlik sorunudur demeye başladılar.

Bir sene öncesine kadar hükümete Muhatabınız başkası değil muhatabınız Abdullah Öcalandır diye işi yokuşa sürmek için dayatanlar, Çözüm süreci ile Öcalan ortaya çıkınca şok oldular ve başka bahaneler üretmeye başladılar. Bu bahaneler bitmeyecek.

Bunların derdi Türkler ve Kürtler değil. Bunların derdi başka. Bunların kimler olduklarını ise Türkler de Kürtler de biliyorlar artık. Mesut Barzaninin Diyarbakır programı ile bunların kimler olduklarını halkımız daha açık ve net olarak görecek. Oyunlar bozulacak.

Alper TAN
14.11.2013

YANDAŞ MEDYA : İŞ BANKASI KURUCU HİSSE SENETİ


ataturk-is-bankasi-hisse.jpg

İŞ BANKASI KURUCU HİSSE SENETİ

250.000 lirası ödenmiş 1 milyon sermaye ile 26 Ağustos 1924’te tek şube olarak kurulan İş Bankası Mustafa Kemal Atatürk’ün yanı sıra 8 kişilik bir kadro ile işe başlamıştır. Bankanın sermayesi ise Osmanlı Halifesi’nin kurtarılması için yapılan Milli Mücadele’ye destek için Hindistanlı Müslümanlar tarafından gönderilen yaklaşık 600.000 lira’dan karşılanmıştır.

Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde anlatıldığına göre"Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir. Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabilece ğini düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti."(Yardım parasından 207 bin lira ise aynı bankadaki 2 nolu hesaba ayriyeten yatırmıştır)

Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine göre, 30 Haziran 2013 tarihi itibarıyla İş Bankası’nın ortaklık yapısı aşağıdaki gibidir:

İş Bankası Munzam Sandık Vakfı: % 39,74

Atatürk Hisseleri (Cumhuriyet Halk Partisi): % 28,09

Halka açık pay: % 32,17

YANDAŞ MEDYA : İSRAİL’DE MECELLE, TÜRKİYE’DE İSVİÇRE KANUNU


israel-israil-turkey-turkiye.jpg

İSRAİL’DE MECELLE, TÜRKİYE’DE İSVİÇRE KANUNU

Mecelle, Sultan Abdülaziz zamanında, Ahmed Cevdet Paşa’nın önderliğinde kıymetli İslam hukukçularının yer aldığı bir heyet tarafından 1869-1876 seneleri arasında müşterek bir çalışma sonrası oluşturulmuş 1851 maddelik bir medeni kanundur. Ancak yüksek vasıfları sebebiyle dünya çapında itibar görmüş; başta İsrail olmak üzere Osmanlıdan ayrılan ülkelerde yıllarca tatbik edilmiştir. Arapça, Bulgarca, Rumca, Ermenice, Fransızca ve İngilizce’ye tercüme edilen Mecelle için çok sayıda da şerh yazılmıştır.

Mecelle, 1926’da İsviçre Medenî Kanunu’nun alınmasına kadar 57 sene Türkiye’de tatbik edildi. 1926’da ise 1000 yıllık hukuk birikimine sırtını dönen Türkiye kendisiyle kültürel, tarihsel ve duygusal hiç bir yakınlığı olmayan İsviçre’nin medeni kanununu aynen tercüme ettirerek kendi kanunu olarak kabul etti. Buna karşın Mecelle Osmanlı Devletinden ayrılan ülkelerde ise yakın zamana kadar uygulanmaya devam etti. Arnavutluk’ta 1928, Lübnan’da 1934, Kıbrıs’ta 1946, Suriye’de 1949, Irak’ta 1953, Ürdün’de 1976, Güney Yemen’de 1992’ye kadar tatbik edildi. Bulgaristan Prensliği kurulurken, Mecelle’yi yeni mevzuatlarının esası kabul ettiler. Sırbistan ve Karadağ medenî kanunlarına, pek çok hüküm Mecelle’den alındı. Eski Yugoslavya’nın Müslüman bölgelerinde ise şuf’a ile ilgili maddeleri uygulanmaya devam edilmiştir. Lübnan’da 1934’de Mecelle’nin ekseri maddeleri kaldırıldı ise de hâkimler mevzuatta çözüm bulamadıkları meselelerde Mecelle’ye bakmakla mükellef kılındı. Filistin’de Mecelle’nin tatbikatı İsrail kurulduktan sonra da devam etti. İsrail’de Mecelle 1984’te kaldırıldı. Ancak İsrail’de aynî haklar kanununun pek çok hükümleri de Mecelle’den alınmıştır. Bugün Kıbrıs, İsrail ve Ürdün’ün Medenî Kanunları’nın esası Mecelle’dir.

Mecelle bütün dünyada saygı görmüştür. Hükümleri arasında tezada rastlanmaz. Kolay anlaşılan parlak bir üslûbu vardır. Maddeleri son derece veciz ve açıktır. Her kitabın evveline o mevzuya ait tabirlerin konması, her maddede de misallerin verilmesi hükümleri anlamayı ve tatbikatını kolaylaştırmıştır.

Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle’nin hazırlanmasındaöncülük etmekle yalnız İslam hukukuna değil, dünya hukuk hayatına da büyük bir hizmette bulunmuş, hem kendi ismini hem de eserinin ismini ölümsüzleştirmiştir.

Ahmed Cevdet Paşa şunu nakleder: "Mecelle’yi Roma Kanunnâmesiyle mukayese eden ve her ikisine de insan eseri nazarıyla bakan bir Avrupalı hukukçu şöyle demiştir. Âlemde ilmî cemiyet tarafından iki defa kanun yapıldı. [Roma Kanunnâmesi (Codex Justinianus) ve Mecelle] İkisi de Konstantiniyye’de gerçekleşti. İkincisi, tertip ve intizamı ve meselelerinin düzenlenmesi ve irtibatı bakımından birincisine çok üstündür. Aralarındaki fark da insanın o asırdan bu asra kadar medeniyette kaç adım atmış olduğunu gösteren güzel bir ölçüdür."

YANDAŞ MEDYA /// 28 ŞUBAT DAVASI : Darbelerin Anası 28 Şubat


Balyoz ve Ergenekon gibi darbeye teşebbüs davalarında sanıklara hapis cezaları yağarken, bu darbelere zemin hazırlayan 28 Şubat davasında sanıkların birer birer tahliye edilmesi, sürecin mağdurlarını ve kamuoyunu kaygılandırıyor.

28 Şubat darbe davasına bakan Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin takındığı tutuma ilişkin eleştiriler sürüyor. Yazar İsmail Nacar, tutuklu sanık sayısının 5’e kadar düşmesi konusunda “Mahkeme heyetinin tavrı baştan belliydi” dedi. Ergenekon ve Balyoz gibi davaların mahkumiyetle sonuçlandığına işaret eden Nacar, “Bu işin uydurma olmadığı net olarak ortaya çıktı. Çünkü niye? Eski Kara Kuvvetleri Komutanı (Aytaç Yalman) ve Birinci Ordu Komutanı (Çetin Doğan) resmen birbirine girdiler. O duruşmalar iyi gitti ve neticesi de milleti sevindirdi. Ama 28 Şubat öbürlerinden daha şiddetli olduğu halde maalesef bugün içeride birkaç kişi kaldı. Şu anda Ankara’da yürütülen bu yargılamayı anlayabilmiş değilim. Kaygılıyım. Bir defa daha sonraki darbe teşebbüsleri ve organizasyonlarının alt yapısı 28 Şubat’ta atıldı. Ama buna rağmen onlar mahkum oluyor, bunlar dışarı çıkıyor” değerlendirmesini yaptı.

CUNTANIN ÜLKEYE İHANETİ

“28 Şubat, darbeler içerisinde en hesaplısı en acımasız darbedir” diyen Nacar, herhangi bir iç kargaşa olmamasına, ekonominin iyi gitmesine, koordine ettiği Barış Kardeşlik ve Dayanışma Komitesi gibi girişimlerle Kürt meselesinin çözüm noktasına gelmesine, bugünkü sıkıntılardan kurtulmanın temellerinin o gün atılmasına rağmen ilk defa milletin milli ve manevi değerlerini rencide etmemek noktasında hareket eden siyasi kadronun tasfiye edildiğini kaydetti.

“YAŞAR NURİ DİYANET İŞLERİ BAŞKAN ADAYLARIYDI”

O süreçte birtakım ilahiyatçıların BÇG’yle irtibatlı olduğunu belirten İsmail Nacar, cuntanın İslam’da reform projesine dikkat çekerek, şöyle devam etti: “1920’lerde Mustafa Kemal’le birlikte temeli atılan birtakım devrimler tam uygulanmadı. O yüzden Türkiye’yi ta 1920’lere götürmek istediler. Gündemlerinde Türkçe ibadet vardı. Yaşar Nuri’yi, Zekeriya Beyaz’ı kullandılar. Yaşar Nuri zaten kendilerinin Diyanet İşleri Başkanı adayıydı. 28 Şubat’ta tamamen onların kontrolüne girdi. Zaten kitaplar yazdı. Gazetelerde, televizyonlarda konuştu. Türkçe ibadet konusunda en ısrarlı olan ilahiyatçı Yaşar Nuri’ydi. Halbuki 89’da Hürriyet gazetesinde Ramazan ekini hazırlamış, orada Türkçe ibadetin bir nevi İslam’dan sapma hareketi olduğunu söylüyor. 28 Şubat’ta başörtüsü konusunda da tavrı belliydi.”

“DEMİREL KISKANÇLIĞA GİRDİ”

Erbakan başkanlığındaki hükümetin gitmesinde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in birinci derecede rol oynadığını vurgulayan Nacar, “Zaten onun için Çevik Bir’in ifadesiyle ‘postmodern’ bir darbeydi. Eğer Demirel bütün o tecrübesiyle samimi olarak halkın iradesinin yanında olsaydı bu sıkıntılar olmazdı. Kendisi de tarihte belki biraz rahmetle anılırdı. Maalesef o yanlışlara alet oldu. Demirel’i başta yanlarına aldılar. İlk başta itirazlar, homurtular kendisine iletildiği zaman kararlı dursaydı bu operasyon bu şekilde sonuçlanmazdı. Türkiye de rahat ederdi” ifadelerini kullandı.

Demirel’in kişisel olarak da Erbakan’ın Başbakanlık koltuğuna oturmasından rahatsızlık duyduğunu aktaran Nacar, “Bendeki bilgiler Demirel de bir kıskançlığa girdi, rahatsız olmaya başladı. Erbakan’ın başbakan olmasını istemiyordu” dedi. Nacar, hükümeti düşürme operasyonuna başta büyük bir ailenin mensupları olmak üzere sermayenin, medya patronlarının, belli başlı yazarların, İttihat ve Terakki geleneğinden gelenlerin, CIA ve MOSSAD’ın da dahlinin bulunduğunu sözlerine ekledi.

Yeni Akit

YANDAŞ MEDYA /// VİDEO /// Fatih Tezcan : Anadolu’nun Anasını Belleyecek Adam, Daha Anasından Doğmad ı !


Ülke Tv’de Turgay Güler’in yönettiği, Erem Şentürk ve Fatih Tezcan’ın katıldığı Sıradışı Programı’nda Kemalizm ve Medya konuları ele alındı.

Fatih Tezcan Kemalist bir ahlaksızlığa cevap verirken, Medya’daki Reklam Mafyası’nı da deşifre etti.

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=4TXsNWLN_5I#t=568

MEDYA DOSYASI : YANDAŞ MEDYADAN DUAYEN GAZETECİ UĞUR DÜNDAR’A YE Nİ İFTİRA


UĞUR DÜNDAR’IN GERÇEK SOYADI!

Yeni Şafak yazarı Osman Özsoy bugünkü köşesine ünlülerin gerçek kimliklerini ele aldı.

Yeni Şafak gazetesi yazarı Ozman Özsoy’un iddiasına ünlü televizyoncudan yanıt geldi..

Yeni Şafak yazarı Osman Özsoy, Sözcü gazetesi yazarı duayen gazeteci Uğur Dündar’ın gerçek soyadının ‘Dindar’ olduğu iddiasını bugünkü köşe yazısına taşıdı.

“Uğur Dündar’ın daha önce soyadı ‘Dindar’mış…” başlıklı yazısında Özsoy, Yeşilçam sanatçıları ve ses sanatçıları gibi ünlülerin gerçek isimlerini listeledikten sonra Uğur Dündar’ın daha önce soyadının ‘Dindar’ olduğu iddiasını yazdı.

Osman Özsoy yazısına şöyle devam etti:

“Anlayacağınız, soyadından sadece bir harf değiştirmiş. Bir harf değişikliği bile, anlamı ne kadar farklılaştırıyor değil mi? Bu bilgiyi, değerli gazeteci Hüseyin Gökçe’nin Han Yayınları’ndan yeni çıkan ‘Defterimdeki Ünlülerin 200′ü’ başlıklı kitabından aldım.”

‘GURURLA TAŞIYORUM’

Sözcü yazarı duayen gazeteci Uğur Dündar’ın bu iddiaya ise yanıtı gecikmedi. ‘Yalanın da, iftiranın da bu kadarına pes’ diyen Dündar, konuyla ilgili “Babamın bana miras bıraktığı ‘Dündar’ soyadını gururla taşıyorum. Hiçbir zaman değiştirmeyi düşünmedim. Kaldı ki soyadım ‘Dindar’ bile olsaydı, onu da gururla taşırdım.” diye konuştu.

YANDAŞ MEDYA /// TARİH : Sivas Kongresi’nin ABD’ye gönderdiği me ktup Nutuk’ta neden yer almadı


sivas-kongre-abd-mektup-ataturk.png

Sivas Kongresi’nin ABD’ye gönderdiği mektup Nutuk’ta neden yer almadı?

Tarihin çöplüğünden hangi parçaları çıkarıp incelemeliydim?” diye soruyor Michel de Certeau ve ekliyor: “Çöplükleri karıştırdım, kütüphanelerin araştırma salonlarında, yani çok eski cesetlerin ‘muhafaza edildiği’, elden ele gezdirildiği bu mağaralarda saatlerimi geçirdim. Öğrendim ki, bütün bu geçmişte gizlenen ve bize karşı direnen belli bir yapılanma var.”

Filozof, yakın tarihimizin halini anlatmış sanki. Bir enkazın, hatta çöplüğün içinden parçalar arayanlara benziyoruz. Hâlâ; ve galiba uzunca bir süre de böyle olacak.

Sıkı durun! Zira Nutuk’ta ‘Gönderilebilip gönderilmediğini hatırlamıyorum’ cümlesiyle üstü örtülmek istenen ‘muzır’ bir belgenin Sivas Kongresi tutanaklarındaki Osmanlıca orijinaline ulaşmış durumdayım. (Kongre tutanaklarını gün yüzüne çıkaran Recep Toparlı ve basımına destek olan Sivas Belediyesi Başkanı Doğan Ürgüp’e okkalı bir teşekkür boynumuzun borcu. Buruciye Yayınları’na da elbette.)

İşte Sivas Kongresi’nden ABD Senatosu’na gönderilen ve gelip Osmanlı ülkesinin durumunu inceleyip “manda” diyemedikleri için “müzaheret”te bulunup bulunmayacaklarına karar vermelerini isteyen o telgrafın hikâyesi…

1919 Eylül’ünün 4. günü perşembeye rastlıyordu. Sivas Kongresi öğleden sonra saat 3’te açılacaktı. Başkan seçilen Mustafa Kemal Paşa açış nutkunu “Heyetin başarılı olması temennilerini Allah’ın huzuruna yükseltirim” sözleriyle noktalamıştı. Bir ay önce sona eren Erzurum Kongresi’nden sonra ikinci büyük adım atılacaktı.

Telgrafın ‘ıslak imzalı’ orijinal kopyası Stanford Üniversitesi Hoover Enstitüsü’nde çıktı. Altta Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ve diğerlerinin Latin harfli imzaları okunuyor.

Yalnız Erzurum beyannamesinin 7. maddesine konulan “milliyet esaslarına saygılı ve ülkemize karşı istila emeli beslemeyen herhangi devletin fennî, sınaî, iktisadî yardımını memnuniyetle karşılarız” ifadesindeki ‘devletin’ hangisi olduğu sorulmaz genellikle. Üstü örtülmeye çalışılsa da, kastedilenin ABD olduğu kesindir.

Aynı madde Sivas Kongresi’nde de gündeme gelmişti. O kadar ki, Amerika’dan talep edilecek olan ‘manda’ya manda denilip denilemeyeceği bile tartışılmıştı. Ancak Sivas beyannamesinin 7. maddesine de aynen kurulacak olan bu garip ifadenin ardından öyle bir karar alınmıştı ki, sonucunda ABD Senatosu’na bir telgraf çekilecek ve açıkça yardım istenilecekti.

Resmi tarihi rahatsız eden telgraf

Ancak bu telgraf uzun yıllar unutturulmaya çalışılmış, varlığı dilden dile dolaşmış ve nihayet Demokrat Parti devrinin sonlarına doğru eski Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’nun çabalarıyla Senato Arşivi’ndeki orijinaline ulaşılabilmişti. Derken inkılâp tarihi kitaplarımıza girmemekte hâlâ inat eden belgenin bizzat M.Kemal Paşa ve Rauf Bey vd. imzalı nüshasına Hoover Enstitüsü’nde ulaşılacaktı. Şimdi onu Sivas Kongresi’nin Osmanlıca kaleme alınmış resmi tutanaklarından okuma imkânımız var.

Böylece Sivas’tan Washington’a çekilen telgrafın bütün nüshaları elimizde. Ancak telgraf neden saklanmıştı? Sebebi basit: 1927 tarihli Nutuk’taki kurguya ters düştüğü için. ABD’ye “Gelin, tarafsız bir devlet gözüyle imparatorluğun her tarafında inceleme yapın”, denilmesi yeni inşa edilmeye çalışılan Tarih’e aykırı düşüyordu zira.

Nitekim Nutuk’ta ABD’den Anadolu’ya bir heyet çağrılması teklifinden şöyle bahsedilir: “Kongre başkanlık divanının imzalarıyla bu yolda bir mektup hazırlandığını hatırlıyorsam da, bu mektubun gönderilebilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum. Esasen bu mektuba özel olarak önem atfetmiş değildim.”

Ancak Nutuk her şey değildir ve tarihi ondan başlatıp onda bitiren takımın tarihçilikte amatör bile olamayacağını bilmek için tahsile ihtiyaç yoktur. İnkılâp tarihçilerimizin dikkatinden kaçan bir belge, aslında Mustafa Kemal’in kafasında daha telgraftan bir ay önce, 12 Ağustos 1919’da “manda” fikrinin yer ettiğini göstermektedir. Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’ya aynen şunları yazmış:

“Erzurum Kongresi’nin Amerikan mandaterliği hakkında yazılabilecek şey ancak kongre beyannamesinin 7. maddesinin içerdiği ima ve açıklıktan ibarettir. Daha fazlası kabil olmadı.” (Cebesoy, Kuva-yı Milliye’nin İçyüzü, Temel: 2002, s. 106-7.)

Atatürkçülüğünden kimsenin şüphe edemeyeceği Prof. Sina Akşin bile Sivas’ta kongreye başkanlık eden M.Kemal’in manda meselesi tartışılırken seyirci kalışını garipsemektedir. Nitekim tutanaklardaki şu sözler de Kemal Paşa’ya aittir:

“Eğer her halde biz yardıma muhtaçsak bu yardımın Amerika tarafından yapılmasını tercih ederiz, bu cihet arzu ve temenni edilir. Bununla beraber iç ve dış bağımsızlığımızı da kaybetmek istemiyoruz” (s. 89).

Şimdi gelelim telgrafın ne dediğine: Sivas Kongresi tutanaklarındaki metnin son paragrafının sadeleştirilmişi şöyle:

ABD’li gözüyle Sivas Kongresi

“Sivas Kongresi’nin başlıca kararlarından olup bugün oybirliğiyle kabul ettiği bir karara dayanarak Amerika Senatosu’ndan özel bir heyetin Osmanlı memleketlerine gönderilmesini ve bu suretle memleketimiz ahalisi hakkında Avrupa tarafından körü körüne bir karar alınıp barışın o suretle kararlaştırılmasından önce “Memalik-i Şahane”nin (Osmanlı topraklarının) söz konusu heyet tarafından baştan başa ziyaret edilip bugünkü gerçek durumun her türlü çıkar hissinden azade ve tarafsız bir kılı kırk yaran bakışla incelenmesini insanlığın sükûnu ve adalet hakkı namına rica eder.”

Evet, rica ederiz. Ancak ABD nedense bu ricaya cevap vermez. Belki de o sırada Türkiye’de bulunan Harbord heyetinin aynı görevle gönderilmiş olmasını yeterli saymıştır. Nitekim Harbord’un verdiği rapor da Türkiye mandasını kabul etmenin aleyhindedir.

Bizzat ulusalcıların yayın organı Kaynak Yayınları arasında çıkan Dr. Deniz Bilgen’in “ABD’li Gözüyle Sivas Kongresi” adlı kitabında telgrafın Mustafa Kemal’de rahatsızlık yarattığını, Damat Ferid’in bile bağımsızlıktan bahsettiği bir zamanda Sivas’tan “müzaheret” (mandanın sulandırılmışı) talebinin çıkmasının kamuoyu desteğini kaybettireceği uyarılarının yapıldığını belirtir. Nitekim Kongre’ye katılmasına izin verilen tek yabancı gazeteci Brown, M.Kemal Paşa’nın kendisine şöyle dediğini yazacaktır:

“Türkiye, Amerika’nın yardıma gelmesini istiyor… Amerika bunu kabul ederse sizi temin ederim ki, Türkiye, Amerika’nın bütün şartlarını kabul edecek. Sivas Kongresi doğrudan ABD mandasını kabul etmek istemiyor, çünkü evvela biz ABD’nin bunu kabul edip etmeyeceğinden emin değiliz.” (Bilgen, s. 190)

Ne demişti filozofumuz? Bütün bu geçmişte gizlenen ve bize karşı direnen belli bir yapılanma var.” Sivas Kongresi tutanaklarında “gizlenen” ve bize karşı “direnen” o yapılanmayı buldunuz mu acaba?

m.armagan

YANDAŞ MEDYA /// GÖKHAN KOPUZ : Olmasaydın Olmazdık! Böyle Olmaz dık


olmasayd%C4%B1n-olmazd%C4%B1k-ataturk.png

Olmasaydın Olmazdık! Böyle Olmazdık..

Demokratikleşme paketini bizimle beraber tüm dünya merakla bekledi. Paket açıklandığında herkesim hemen hemen yetmez ama Evet dedi!

Ancak aleviler hala bize destek vermiyorsun, bizi kabullenmiyorsun diyor Erdoğan’a…

Nevşehir Üniversitesi’nin adını Hacı Bektaş-ı Veli yapacağız dedi, yaptı…

Din derslerine Alevilik ile ilgili konular yoktu, Aleviliği eğitime işledi…

Dersim katliamını yapan da belli, yaptıran da ama çıktı Erdoğan özür diledi…

Yerleşim bölgelerinde yapılacak ibadet yerlerinde artık “cami” değil, “dini tesis” ismi kullanılıyor…

Dedelere maaş bağlandı, Cemevlerinin tüm giderlerini devlet karşılamaya söz verdi…

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı kurulacağı söyleniyor, yapılabilir…

Erdoğan: “Mesele Ali’yi sevmekse ben dört dörtlük Alevi’yim” dedi, kabul etmediler…

En sonunda torunumun adını “Ali” koyacağım dedi, yine yaranamadı!

Daha ne yapsın! Alevi mi olsun?

Olmasaydın Olmazdık Ya Resulallah!

Hz. Âdem günah işlediğinde şöyle dua etti:

Ya Rab! Muhammed’in hakkı için benim günahımı bağışlamanı diliyorum.

Allah-u Teâlâ dedi ki: Ey Âdem! Sen Muhammed’i nereden biliyorsun, ben onu daha yaratmadım.

Âdem: Ey Rabbim, Sen beni yarattığında ve ruhundan bana üflediğinde başımı kaldırdım ve arşın sütunları üzerinde ‘Lailahe İllallah Muhammedun Rasulullah’ yazılı olduğunu gördüm. Ve bildim ki, Sen kendi adının yanına ancak en çok sevdiğin kişinin ismini ilave edersin.

Allah-u Teâlâ dedi ki: Doğru söylüyorsun ey Âdem, o (Hz. Muhammed sav) benim en sevdiğim kulumdur. Sen Benden onun (Hz Muhammed sav) hakkı için istedin, Ben seni bağışladım. Muhammed olmasaydı Ben seni yaratmazdım (Hadis Delâil’un-Nubuvve (5/488) )

Batıl olduğu da baki olduğu da söylenen bu hadis aslında bu sözün “Olmasaydın Olmazdık” Hz. Peygamber’e söylendiğini anlatıyor!

Atatürk olmasaydı olmazdık diyenlere birkaç sorum var;

İşgal altında olurduk, dinimiz, dilimiz, kimliğimiz, giyimimiz değiştirilirdi?

90 yıldır işgal altında değimliyiz? İşgal sadece toprakların etrafının çevrilmesi ile mi olur?

Ne ürettik 90 yıldır, heykelleri daha büyük ve ihtişamlı yapmaktan başka?

Dinimiz değiştirildi diyorlar!

Müslümanlığın hangi şartını tam anlamı ile yaşıyoruz daha düne kadar devlet dairesine giremiyordu başörtülü bacılarımız!

Dilimiz değiştirilirdi diyorlar!

600 yıllık dil, harf değiştirilmedi mi? Onların kullandığı harfleri kullanmıyor muyuz?

Kimliğimiz değiştirilirdi diyorlar!

600 yıllık kimlikleriniz değiştirilmedi mi? Ülkesinde çocuk dünyaya getirmek istemeyen nesiller var şuan!

Giyimimiz, görüntümüz değişirdi diyorlar!

Onlar gibi olmamak değimliydi kaide! Açılmadık yeriniz mi kaldı, değiştirilmedik giyiminiz mi kaldı hatta şunu giyemezsin bunu giyeceksin diye güya demokratikleşme, cumhuriyetleşme adı altında yasalar ile giyim ve kuşamlarınız kısıtlanmadı mı? Şapka devrimi denilen laf-ı güzafdan dolayı binlerce takkeli asılmadı mı?

Evet, Olmasaydı Olmazdık! Böyle Olmazdık ama…

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!