Etiket arşivi: BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// YUSUF KARACA : Diyarbakır BOP yıldızı olmuş !


Başbakan, “Ben özellikle Diyarbakır’a çok farklı bakıyorum. Yani Diyarbakır, istiyorum ki şu anda yani Amerika’nın da hani düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya Genişletilmiş Orta Doğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez ola bilir” demişti.

Evet, Diyarbakır yıldız olmuş!

BOP yıldızı…

Davut Yıldızı…

Davutoğlu Ahmet Dışişleri Bakanı sıfatı ile gelmişti Diyarbakır’a…

Ziyaret trafiği sıklaştı şu günler. Gelen gelene…

Hindistan Savunma Ataşesi Colonel Anil K. Pundir, Avustralya Büyükelçisi James R. Burns, Kanada Büyükelçiliği Savunma Ataşesi Albay Chirstopher Kilford ve Güney Afrika Büyükelçiliği Savunma Ataşesi Albay Shawn Wright Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne gelen yabancılardan sadece bir kaçı…

Şimdi de Barzani Diyarbakır’a geliyor. Şehrin giriş ve çıkışları buna göre ayarlandı. Türklüğü hatırlatan her türlü levha yerinden söküldü.

Merak ediyorum; Diyarbakır, T.C. devletinin elinden çıktı da, bundan haberimiz mi yok? Sayın Başbakan Barzani ile görüşecek başka bir şehir bulamadı da,

Diyarbakır’ı mı seçti?

Ankara Başbakan’ı sıkıyor diyelim!

Ankara’da görüşmek istemedi, İzmir’de görüşsün. Bayburt veya Gümüşhane’de görüşsün, neden Diyarbakır’da görüşüyor? Diyarbakır’da görüşmeyi Barzani mi istedi?

Diyarbakır olmasa gelmem mi dedi?

Hem Başbakan, Barzani ile ne görüşecek?

İktidarın “çözüm süreci” dediği şeyin, bir tarafı Barzani değil mi zaten? Bu bir devir teslim mi yoksa?

Barzani, PKK’ya üs ve destek veren bir isim değil mi?

Barzani, “Türkiye’ye Kürdistan’ı mezar yaparım” diyen adam değil mi?

Sayın Emine Erdoğan Hanımefendi’nin ailesinin, Barzani aşiretinden olduğu iddiaları doğru mu?

Sayın Başbakanımızın Barzani ile olan yakınlığı, bu sözü edilen akrabalıkla bir ilgisi var mı?

Yoksa bütün bu soruların cevaplarının Diyarbakır’ın “BOP’un Yıldızı” olmakla mı bir alakası var?

Bence bütün soruların cevabı “BOP’tan Yıldız” hikâyesinde…

BOP’un; İslam dünyası için kan ve gözyaşı olduğunu, on bir yıldır yaşıyoruz. BOP’un; işgal, isyan ve terör olduğunu…

İki milyon Müslüman için ölüm, yüz binlerce Müslüman kadın için tecavüz olduğunu, bizden başka bilmeyen var mı?

Diyarbakır BOP’un yıldızı, Erdoğan da BOP Eşbaşkanı olduğu için mi bu ziyaret Diyarbakır’da gerçekleşiyor?

BOP Suriye’de batağa saplanırken, bizim ülkemizde nasıl uygulanmaya devam ediyor?

ABD için, birinci öncelik İsrail’in güvenliği meselesidir. “Büyük İsrail” için, üç ülkenin acilen parçalanması gerekiyor. Bu ülkeler; Türkiye, Irak ve Suriye…

Bu ülkelerin parçalanması BOP’un olmazsa olmazıdır. Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyleri fiilen Kürtlerin elinde, yani parçalandı. Türkiye’de parçalanma süreci devam ediyor. Barzani’nin gelmesi, bu süreci hızlandıracaktır. AKP kongresinde gurur duyulan Barzani, Türk şehrine mi yoksa BOP şehrine mi geldi, yakında bunu anlayacağız. Bu arada Barzani gelmişken “Öcalan’ı göreceğim” derse ne olacak?

Barzani mi İmralı’ya gider, İmralı mı Diyarbakır’a getirilir?

Bir şey bildiğimden değil, tamamen merakımdan sordum!

Ama Diyarbakır BOP’un yıldızı olmuş bu belli…

Eşbaşkan sözünde durdu.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// BAYRAM COŞKUN : Hz. Hüseyin’in yolu ve Davutoğlu !


"Allah bizlere de İmam Hüseyin yolunda yürümeyi nasip etsin."

Sizce bu sözler kime ait?

Hemen ifade edelim, bu sözler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait.

Enteresan değil mi?

Suriye’de çağdaş Yezit olarak nitelendirilen muhaliflerle kol kola giren Davutoğlu “Kerbela’da Hz. Hüseyin’in yolunda yürümeyi Allah bize de nasip etsin” diyor
Büyük Ortadoğu Projesi BOP’a eş başkanlık yapanlara, bölgede oluk oluk Müslüman kanı akmasına neden olan ABD’nin Dışişleri Bakanı ile “çak” yapanlara Hz.

Hüseyin’in yolunda yürümek nasip olmaz!

Zira Hüseyin’in yolu Ali’nin yolu, Ali’nin yolu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) yolu, onun yolu da yüce Allah’ın (c.c.) yoludur.

Dolayısıyla da Allah’ın yoluyla BOP yolunun kesişmesi mümkün değildir!

***

Sayın Davutoğlu girişte aktardığımız sözleri Irak’a yaptığı ziyaret sırasında söyledi.

Necef’te Hz. Ali’nin, Kerbela’da da Hz. Hüseyin’in kabr-i şeriflerini ziyaret eden Davutoğlu “Kerbela’ya hizmet ve katkı için elimizden geleni yapacağız” dedi.
Hizmet ve katkı!..

Enteresan, hem de AKP hükümetinden.

Neden böyle söylüyorum?

Çünkü malumunuz Irak ABD işgali altında.

Hani şu dost, müttefik ve stratejik ortak (!) ABD var ya işte o ABD.

***

Şimdi tarihi 2004 yılına alalım.

İşgalin başları.

Irak’ın Şii bölgelerini kontrol altına almak isteyen ABD askerleri hedef ayırmadan vuruyor.

Başkanları Bush’un başlattığı haçlı seferi kapsamında Irak’a gelen Coniler tanklar ve helikopterler ile girdikleri Necef şehrindeki Hz. Ali’nin türbesinin altın kubbesini vuruyor, kubbeyi delik deşik ediyor.

Aynı işgalciler Kerbela’da ise Hz. Hüseyin’in türbesi çevresindeki yapıların çatılarına mevzilenerek Müslümanları katlediyor, saldırılar sırasında türbe de zarar görüyor.

Bunlar ABD saldırılarından yalnızca iki örnek. Daha neler var neler.

Mesela daha önce de Bağdat’ta İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini vurmuşlardı.

***

Peki, tüm bunlar olurken bizim AKP hükümeti ne yapıyordu dersiniz?

Hemen aktaralım.

Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Biz Irak’ta ABD ile omuz omuza mücadele veriyoruz” derken Başbakan Erdoğan, “Kahraman bay ve bayan ABD

askerlerinin ülkelerine sağ salim dönmeleri için dua ediyorum” diyordu.

Türkiye’nin işgale verdiği lojistik desteğe değinmeye zaten gerek yok.

Erdoğan’ın “dua ediyorum” dediği ABD askerlerinin Irak’ta neler yaptığını da biliyorsunuz.

Katledilen yaklaşık 2 milyon Müslüman, işkenceler, tecavüzler, yıkılan camiler, türbeler…

***

Şimdi Irak’ta yaşanan tablo bugün ne yazık ki Suriye’de yaşanıyor.

Üstelik de daha alçakça. Amerikan askerlerinin en azından ne oldukları belli.

Peki, Suriye’de tekbir getirerek insan boğazlayan, cami vuran yamyamlara ne demeli!

İşte tam bir Yezit mantığı.

Yezit de, Alemlerin Efendisinin torununu güya Müslümanlık adına katletmişlerdi.

Hem o Yezitler hem de bu Yezitler aslında birer haçlı askeri!..

***

Ne hazindir ki bu muhaliflere en büyük destek Türkiye üzerinden yapılıyor. Ülkemiz en önemli geçiş güzergâhı oldu.

Bu desteğin içinde silah, eleman, para ve diğer lojistik destekler… Ne ararsanız var!

Ne demek istediğimi anlamanız için son günlerde yerli ve yabancı basında çıkan haberlere bir göz atmanız dahi yeterli.

Başbakan Erdoğan’a göre bu adamlar kutlu bir mücadele veriyor.

Geçtiğimiz hafta da açıkça itiraf etti ve “Özgür Suriye Ordusu’na destek veriyoruz” dedi.

Aynı Erdoğan kısa bir süre yaptığı konuşmada ise, “Hz. Hüseyin’in yüzüne nasıl bakacağız?” demişti.

Evet… Sahiden Hz. Hüseyin’in yüzüne nasıl bakacaksınız?

Tabi onunla aynı mekânda bulunabilirseniz.

Hz. Hüseyin’in yeri belli, mekânı belli.

Peki ya sizin ki?

Son sözümüz de Davutoğlu’na olsun.

Ey Davutoğlu, inşaallah sözleriniz gerçek olur da Allah size de Hz. Hüseyin’in yolunda yürümeyi nasip eder.

Zira bu gidiş gidiş değil, yolun sonunda uçurum var.

Saygılar…

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// MEHMET EMİN KOÇ : Erdoğan yazık ki yine çuvalladı !


Bağımsız Türkiye Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş’tan Allah razı olsun, öyle bir Ehl-i Beyt çığırı açtı, öyle bir Ehl-i Beyt Külliyat’ı kaleme aldı ki, Yezidlerin safından ayrılmayanlar bile “Artık ben de Aleviyim, ben de Hüseyin’in safındayım” demeye başladılar. Soyunu seyitliğe çıkarma telaşına düşenler bile var.

Bu süreçte tabela Alevileri de türedi.

Başbakan R. T. Erdoğan bile, Nevşehir Üniversitesi’nin tabelasını Hacı Bektaş Veli Üniversitesi diye değiştirmekle çok büyük bir hizmet yaptığı zannıyla, kendini Alevi olarak ilan etmeye başladı.

Sokma akıl yedi adım gider, der atalarımız… Sokma Alevilik de gitsin gitsin, yetmiş adım!

Erdoğan’ın grubunda yaptığı Şia ve İmam Hüseyin’e dair konuşmalarına bakınca, şu görünüyor; Erdoğan’ınki konma akıl bile değil…

Erdoğan’ın yaptığını, “mezhepleri inkar etmek” adına 80’li yılların radikalleri yapardı… Genç dimağlara, “Hz. Peygamber, Hanefi miydi, Şafi miydi; hiçbirisi değildi” şeklinde fitne tohumları ekerlerdi. O gün Amerika ve Haçlının dinsel operasyonu kapsamında “mezhepsizlik tohumları” ekenler, bugün Dinlerarası Diyalog, Büyük

Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı ekseninde Amerika’nın kapı kulu, Avrupa’nın siyasi kölesi ve Papalığın zangoçları oluverdiler.

Erdoğan’ın İmam Hüseyin’e dair konuşma tarzı, 80’lerin bu radikallerinin ağzını andırıyor. Kendince güya Hz. Hüseyin’i yüceltecek. Diyor ki:

“Hz. Hüseyin ne Sünni idi, ne Şii idi. Hz. Hüseyin Hz. Ali’nin oğlu idi, o zaman ne Şiilik, ne Sünnilik vardı."

Her tarafı eğri, neresini doğrultalım ki…

İyisi mi, Nasrettin Hoca konuşsun.

Hoca, misafir olduğu bir köyde, camide vaaz dinliyormuş.

Vaiz ise “Allah ne yerdedir, ne göktedir. Ne sağdadır, ne solda…!” kabilinden ezberlediklerini tekrar edip duruyor iken; gözler Hoca’ya dönmüş. Hoca, hikmet yüklü latifesiyle söyle der:

‘’- Bu köftehor, Allah yok diyecek, Allah’ı inkar edecek ama dili varmıyor!”

Erdoğan’ınki de bu kabil; Hz. Hüseyin ne o idi, ne bu idi… Tamam da Hz. Hüseyin ne idi, kimdi?!

O kadarını bilmiyor, o kadarını okumamış Erdoğan!

Prof. Dr. Baş’ın muhteşem Ehl-i Beyt Külliyatı’nın 6. cildi olan 915 sayfalık İmam Hüseyin eserini okusun, belki o zaman anlar Hz. Hüseyin’in kim olduğunu.
İmam Hüseyin, velayetin şahı, Rasulullah’tan sonra İslam milletinin hidayet imamı ve halifesi İmam Ali’nin sadece oğlu değil, aynı zamanda yaranıdır, Şia’sıdır. O, hem Şiidir, hem Sünnidir. Şia’nın da, Sünnilerin de imamıdır. Yüce Allah’ın sevilmelerini ve kendilerine tabi olunmalarını mü’minlere farz kıldığı Rasulullah’ın abası altındaki Ehl-i Beyt’in 5 yüce zevatından biridir.

Erdoğan, Muaviye’nin ve Yezidlerin mezalim, baskı ve kılıçları altında Ehl-i Sünnet namıyla uydurulup çiziktirilmiş mevkutelere ve onları ilim diye talim etmiş softaların öğretilerine sarılırsa; daha çok çuvallar… Hz. Hüseyin’i gerçekten tanımak istiyorsa, Prof. Dr. Baş’a baksın, onun külliyatını talim etsin.
Erdoğan, Hz. Hüzeyin’i tanımadığı gibi, Yezidlerin de kimler olduğunu karıştırmaktadır.

Dahası, kendisinin çok sevdiği tabirle, şecaat arz ederken sirkatin söylemektedir.

“Bugün de Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da kendisine hangi sıfatı takarsa taksın, mazlumu katleden Yezid’dir” demektedir Erdoğan… Eyvallah!
Türk milleti ve akl-ı selim sahipleri de Erdoğan’a şunu soruyor, cevabını bekliyor:

“Bugün Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da kendisine hangi sıfatı takarsa taksın, mazlumu katleden Yezid ise; Büyük Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı ekseninde yine bugün Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Lübnan’da kendisine hangi sıfatı takarsa taksın, mazlumu katleden Yezidlerin stratejik ortağı ve eş başkanı olan kimdir? Böylesine ne ad verilir?! Yezid’in kapı kulu mu, tetikçisi mi yoksa Yezid’in çömezi mi?!”

Erdoğan, kendi icraatlarıyla, Yezid diye tanımladıklarının icraatlarını şöyle bir mukayese etsin bakalım; ortaya ne çıkacak!

Bu soru, Hz. Hüseyin’in safında görünen İslamcı maskeli Yezidleri deşifre edecek niteliktedir. Yüz puanlık uzmanlık sorusudur bu…

Erdoğan’ın bu soruya vereceği cevap, İslam alemi, Türk milleti ve bizzat kendi geleceği adına hayatidir.

Erdoğan, şöyle bir aynaya baksın; kendini gerçekten ne olarak görüyor?!

Rasulullah’ın, Ehl-i Beyt’in ve tüm mü’minlerin Kerbela matemini yüreğimde paylaşarak; İmam Hüseyin, Kerbela şehitleri ve Ehl-i Beyt’in şefaat ve himmetlerini niyaz ediyorum.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ : Erdoğan, Barzani ile görüşecek


Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi ile "Bölünme Açılımı" süreci Diyarbakır’da kritik bir kavşağa geldi. Başbakan Erdoğan, bütün diplomasi kurallarını hiçe sayarak Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile Diyarbakır’da bir otel odasında görüşecek. Buluşma 16 Kasım günü olacak. Açılım süreci, Suriye’deki Kürtler gibi konular Barzani ile bu koşullarda müzakere edilecek.

Büyük Ortoğu Projesi kapsamında yürütülen bölünme açılımı sürecinde AKP hükümeti Barzani açılımı yapma hazırlığında. Erdoğan, bu kapsamda Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile görüşecek. Görüşmenin adresi ise Diyarbakır.

Erdoğan – Barzani zirvesi 16 Kasım’da. Başbakanlık kaynakları görüşmenin saat 18.00’de Green Park Otel’de olacağını bildirdi.

Görüşmeyle, Diyarbakır’ın BOP projesinde siyasi bir merkez olması yönünde önemli bir fotoğrafı verilecek. Bu manevrayla Barzani’nin Türkiye Kürtleri nezninde siyasi bir otorite olmasının önü açılmış olacak.

AKP’nin Barzani hamlesi, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde PKK’nın dışında fiilen Barzanici politkalara da vize vermek anlamına gelecek.

AKP bu yolla Barzani’yi PKK’ya karşı denge unsuru olarak kullanma hesabında. Zira son dönemde Barzani ile PKK arasında Suriye Kürtleri üzerinde anlaşmazlık çıktı. PKK ve Suriye kolu PYD, Barzani’yi "Suriye’nin kuzeyindeki Kürt gruplara yardımcı olmamakla" suçladı. Diğer yandan Kasım ayı sonunda Erbil’de toplanması planlanan Kürt Ulusal Kongresi, PKK ve Barzani arasındaki delege anlaşmazlığı yüzünden 3. kez ertelendi.

Bu koşullarda Başbakan Erdoğan bütün diplomasi kurallarını çiğneyerek Barzani’yle Diyarbakır’da buluşma kararı aldı. Böylece Irak içindeki ayrılıkçı yerel yönetim, Ankara dışında ağırlanıp, muhatap olarak kabul edildi.

ulusalkanal.com.tr

VİDEO LİNK :

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// ORHAN DEDE : ABD Türkiye’ye müdahale ederse


11 Eylül 2001’de ABD’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıdan sonra dönemin ABD Başkanı Bush, “Haçlı Seferi” başlattığını açıklamıştı.

İslam coğrafyasını hedef Alan Büyük Ortadoğu Proje’si bu açıklamadan sonra gün yüzüne çıktı.

Gerekçe neydi?

El Kaide.

11 Eylül saldırısından tam 23 gün sonra ABD Afganistan’a müdahale etti. On binlerce Amerikan askeri Afganistan’a gönderildi. Hedef, El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in yakalanmasıydı. ABD, Ladin’i Mayıs 2011’de ölü olarak ele geçirdi. Aradan 3 yıla yakın bir süre geçti ABD askerleri hala Afganistan’da ve daha uzun zaman orada kalacaklar.

Gerekçe neydi?

El Kaide.

20 Mart 2003’de ABD ve İngiltere’nin başı çektiği “Koalisyon Kuvvetleri” Irak’a girdi. İşgalin başlamasından kısa süre sonra Irak ordusu yenildi, neticede Saddam Hüseyin yakalanarak idam edildi.

1 milyondan fazla Iraklı öldü. Milyonlarca çocuk kimsesiz kaldı. Amerikan askerleri on binlerce Iraklı Müslüman kadının namusunu kirletti. Ebu Gureyb cezaevinde yapılan işkenceler hafızalardan silinmedi.

Gerekçe neydi?

Kitle imha silahları ve El Kaide’ye destek verilmesi.

Son yıllarda giderek artan bir şekilde ABD, Pakistan’daki yerleşim bölgelerine insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor. Bu saldırılarda kadınlar, çocuklar ve yaşlılar öldürülüyor. Pakistan’dan gelen tepkilere rağmen ABD bu saldırılardan vazgeçmedi.

Geçtiğimiz günlerde benzer bir saldırıda Hekimullah Mesud’un, ABD’nin insansız hava aracı saldırısında öldürüldü.

ABD’nin Pakistan’a bu saldırılarının gerekçesi ne?

El Kaide.

Şimdilerde ise Türkiye’nin adı El Kaide’yle birlikte anılıyor. İngiliz Financial Times ve Daily Telegraph gazeteleri, Fransız Le Figaro gibi önemli gazeteler hemen her gün yaptıkları haberlerde Türkiye’nin adını El Kaide’yle birlikte yazıyorlar.

Bu haberlerse Türkiye’nin güney doğusunun El Kaide’nin yuvası olduğu yorumları bile yapılıyor.

Kritik soru şu:

İslam coğrafyasına EL Kaide gerekçesiyle “Haçlı Savaşı” başlatan, Irak’a, Afganistan’a ve Pakistan’a müdahale eden ABD, aynı gerekçeyle Türkiye’ye de müdahale edebilir mi?

Gidişat Türkiye’yi ABD’nin müdahale ettiği ülkelerin konumuna doğru sürüklüyor.

Bu durum AKP’nin en fazla da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun eseridir.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// ÖMER ALTAŞ : 3 TÜRKİYE


1980’den 1990’lı yılların yarısına kadar, bugünün demokrasi sürecini var eden en dinamik topluluklarından biri olan ve “İslami Hareket” olarak tanımlanan farklı yapıların ‘tebliğ’ üsluplarını süsleyen bir şablon vardı.

“Türkiye’de üç farklı İslam var; Geleneksel İslam, Amerikan İslam’ı ve gerçek İslam.”

Bu argüman o dönemlerde muhatabı ‘şuurlandırmak’ (bilinçlendirmek)için belki sonsuz kere söylendi.

Geleneksel İslam tanımıyla; bidat ve hurafelerle (dine sonradan sokulan uydurma varlıklar) dini tahrif eden Belam kılıklı (iktidarın finanse ettiği din adamları) ilahiyatçıların elinde Tağuti (zorba, beşeri) sistemlerin dayanağına dönüşen İslamcılık kastedilirdi.

Amerikan İslam’ı ile Büyük Ortadoğu Projesi sahibi emperyalizmin, İsrail’in vesayet ettiği müesses Camp David düzenini tahkim etmek ve İslam ülkelerinin yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendi lehine garanti altına almak amacıyla Müslümanlık maskesi kullandığına dikkat çekilirdi.

Gerçek İslam bir ‘öze dönüş’ hareketiydi. ‘Tevhid’ esasına ( çağdaş putların birlik bilinciyle reddi) dayalı bir hayat nizamı önerisiydi. ‘Muhammedi İslam’ın’ modern toplumda yeniden ihya edilmesini öneren bu nedenle ‘inkılabi’ (devrim) yöntemlerin tamamını kullanmayı teşvik eden çatışmacı, redci, isyancı, mevzi kazanımı esasına dayalı ‘Peygamberi metodu’ uygulayan, tam inanmışlıkla kendini gösteren, uğruna ölünecek bir davanın adıydı Gerçek İslam. Mekke İslam’ı. Bu tanımın zorunlu nedenlerle kullanıldığı yoksa İslam’ın hiçbir şekilde önüne ve arkasına vasıf almaması gerektiğine inanılırdı.

Bu büyük bir aşıydı.

Kenan Evren’in “bir avuç insan olarak” tanımladığı bu “yeni hareket” toplumdaki diğer İslam referanslı konvansiyonel oluşumların (tarikatlar, Nurcular vs.) yapısını derinden sarstı. Geleneksel yapılar; İslami hareket yapılanmaları tarafından TC sistemine entegrasyon, pasifizm ve korkaklık eleştirisi ile karşı karşıya kalınca kendilerini savunmak için bazı karşı argümanlara baş vurdu. Bunun en önemlilerinden biri “İrancılık” idi.

İrancılık; anti Kemalist, antiemperyalist, antikapitalist, antiulusalcı, ümmet bilinci taşıyan, İslam’ın özgürlükçü yorumunu öne çıkaran, adalet esasına dayalı bir sistem önerisi yapan, İslam’ın özünün tüm sorunları çözmeye yetecek güce sahip olduğuna inanan, özgüveni yüksek, yeni yeni kitselliğe ulaşan sosyal –siyasal bir hareketi tanımlıyordu.

Bu iddia, ilginçtir 30 yıl sonra bir kez daha aynı perspektifi tanımlamak için başka bir formatta gündeme gelecekti!

Bugün İrancılık ABD ve İsrail merkezli güçler tarafından yeni Türkiye’yi tanımlamak için kullanılıyor.

Bunun bir kökeni olabilir mi?

Yukarıda bahsettiğimiz üç İslam’ın gölgesi bugün üç Türkiye olgusunun üzerine düşerek bir örtüşme yaşıyor.

Eski Türkiye, Birleşik devletler Yeni Türkiye’si ve organik Yeni Türkiye.

Eski Türkiye; İslam’ı, Aleviliği, Bektaşiliği, Gayrı Müslimliği, Kürtlüğü, diğer etnik unsurları sistem dışına iten, uluslararası gücün emrine girmiş anti demokratik, küreselleşme koşullarına cevap veremeyen, dar ufuklu, yeterince kirlenmiş, totaliter elitist Kemalist bir yapının adı bugün. Bir avuç ulusalcı hariç bu konuda ittifak var.

ABD’nin Yeni Türkiye’si; bu tanımdaki “Yeni” ifadesi büyük harfle özel isim gibi yazılmayı hak ediyor. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin Yeni Türkiye’si detayları profesyonelce tamamlanmış, tamamen kendi çıkarlarına göre hazırlanmış, “kompakt”, “ergonomik” bir proje idi.

Graham E. Fuller, Thomas P.M. Barnett vb. nice aydının, akademisyenin, bürokratın ve istihbaratçının uzun uzun üzerinde çalıştığı ve adını “bizden önce” koyduğu bir proje.

Kemalizm Türkiye’yi taşıyamıyordu. Kendi kurdukları askeri vesayetin orijinine karargâh kurmuş olan Ergenekon yapısı ülkeyi içinden çıkılmaz hale getirmişti. Ülke kendi dinamikleriyle de olsa ne pahasına olursa olsun dönüşecekti, bu nedenle ön almaları gerekiyordu.

Proje bir partnere ihtiyaç duydu. Kapsamlı, insan kalitesiyle iş görme kapasitesi yüksek, örgütlü bir partner olmalıydı bu. Eğer yanılmıyorsak, gözlemlediğimiz kadarıyla bütün veriler bilinenin aksine Ak Parti’yle değil motor güç olarak sivil İslamcılarla çalışmayı kararlaştırdıklarını gösteriyor.

7 Şubat olayından Ekim ayı 2013 Washington Post’ta David Ingatius’un talihsiz makalesine Hakan Fidan olayı bunu gün yüzüne çıkaran en önemli laboratuar sonuçlarından biridir.

Organik yeni Türkiye, milletin Türkiyesi’ni ifade eder. Toplumun bütün unsurlarının; hak, adalet, merhamet, kardeşlik, takva ve istişare değerlerinin beslediği hukuk ve eşitlik düzeninde yaşamını huzurla idame ettirmesinin adıdır.

Kendi yapımı Kemalizm’i “tu kaka” ile terk eden Batıcılığın çıkarlarını daha iyi beslemek için yerine “demokratik İslamcılığı” ikame edememesinin tam adıdır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Ekim 2013 tarihinde beyan ettiği “bağımsızlık anlayışımızı hiç kimse gölgeleyemez” sözünün asılı olduğu bir levhadır.

Sivil yöntemlerle antiemperyalist, anti Amerikancı, anti Avrasyacı ve sadece kendi milletinin çıkarları üzerine sistem kuran uzun soluklu bir süreçtir.

Jeopolitik bakışını ümmet bilinciyle şekillendiren, uluslararası platformda en tabii hakkı olan Müslüman topluluklara sahip çıkarak dünyada hak ettiği yere gelmesi için cesaretle çaba gösteren, örnek bir Müslüman Demokrasi projesi planlayan, İslam topraklarının acılı ve geri kalmış yapısını ileriye taşımak için tüm özverilerde bulunan bir serüvendir.

Post modern Osmanlı ruhudur.

Samuel P. Huntington’dan Fukuyama’ya, Brezezınskı’den Thomas P.m. Barnett’e kadar batılı aydınların tamamı etüt edildiğinde Batı’nın ontolojik ayrıcalık ve üst insan tarifine -bu aşağılatıcı üsluba- aydınlarımızın “iman ettiği” görülür.

Jeopolitik dünya ve Türkiye adlı çok değerli eserlerinin son baskısını Yılmaz Tezkan ve M.Murat Taşar “bile” aynen şu tükenmişlik sendromunu çağrıştıran cümle ile bitiriyorlar: “ ‘Yeni Türkiye’ bütün kurumları ve anayasal yapısıyla küresel kapitalizme tam entegre olmuş bir Türkiye olacaktır.”

İşte Organik Yeni Türkiye, tam da bu sınıfsal farklılığı biyolojik yaratımsal aşağı olma durumu olarak algılamayan, özgüveni tam olan organik aydınların yön verdiği Türkiye demektir.

“Yeter artık!”

Bunu diyebilen bir Türkiye.

Bu formasyon, bu literatür ve bu kararlılık bu ülkede ilk kez ve sadece İslamlık tarafından başarıldı.

Dün “İrancılık” yaftasıyla İslam’ın bu formunu boğmaya çalışanlar ironiye bakın ki bugün aynı yafta ile organik Türkiye inşasını engellemeye çalışıyor. Bir özdeşlik kuruyor olsalar gerek!

Onlar “bunlar sadece kendi çıkarlarını önceler ve anti emperyalisttirler” diyemeyecekleri için çok fonksiyonel eski bir karalamayı ısıtıp piyasaya sürüyorlar.

80’li ve sonraki yıllarda Kemalizm ile uzlaşmacılık metodunu savunanlar 2000’li ve sonraki yıllarda bu kez “uluslararası Kemalizm” anlamındaki güç odaklarıyla uzlaşmayı ehven-i şer olarak görüyor olabilirler mi?

Yeni Türkiye’deki iç savaş bir ehven-i şer savaşı mı?

Geleneksel İslamcılıklar prangalarını ne zaman parçalayacak, sopa kaldırıldığı an cenin pozisyonuna giren karakterleri ne zaman düzelecek?

Bu kurt her halükarda sizi yiyecek!

Neden anlamıyorsunuz?!

Yoksa “İrancı” karalaması, yine geleneksel pasifist muhafazakâr yapılar tarafından mı uluslararası güçlere emanet edildi?

Bu sorunun cevabı verildiğinde Hakan Fidan olayı da dâhil zihinlerde “yeniye” dair hiç bir muğlâk nokta kalmayacaktır şüphesiz.

Son söz kafası karışık araftaki İslamcılara; siz İslami hareket duyarlılığını hala taşıyorsanız sizden daha mütedeyyin olduğu gözlemlenen bir kurucu kadronun olan biten bütün bu yapı söken faaliyetlerine rağmen sahi daha ne istiyor olabilirsiniz?

Öncülüğün bir bayrak yarışı olduğunu o bayrağın elinizden düştüğünü neden kabullenmek istemiyorsunuz?

İktidarın on binlerce can yakıcı yanlışı böyle düşman gibi mi eleştirilir?

Farkında mısınız, hep dış direnişlere destan yazıyoruz bu gen yapımızı bozmuş olmasın!

Mekke dönemi koşulları jargonunu terk etmeliyiz!

Bugüne kadar Osmanlı dönemi de dâhil bütün dönüşümler elitist askerler tarafından gerçekleştirilmişken ilk defa sizin aranızdan “varoşlardan” çıkan bir kadroyu görmenizi engelleyen nedir?

Bırakın, bizi de Mısır gibi tedmir etsinler!

Gezide siz de bazıları gibi geri çekilmeseydiniz Türkiye “İslamcı gerici Kemalizm” limanına oturtulacaktı kuşku yok!

O zaman hep birlikte “kına yakardınız!”

Olumlu gelişmeler karşısında en azından sükût etmek gerekmez mi?

“Ayıp” değil mi?

omeraltass

twitter.com/omraltas

http://www.facebook.com/Ömer Altaş

ORHAN KEMAL CENGİZ : Büyük Ortadoğu Projesi ve Hakan Fidan


ORHAN KEMAL CENGİZ

‘Mısır ordusu, İsrail ve Suudi Arabistan’ın ABD’yi hiç hayal kırıklığına uğratmadığı’ sözünden nasıl bir Ortadoğu hayal edildiğini anlıyoruz.

Matrix filminde, aynı kara kedi iki kere geçince bunun kötüye işaret olduğunu anlayıveriyorlar hemencecik. Déjà vu, aslında Matrix’te bir ‘kaymaya’ işaret ediyor. Yani temelde meydana gelen bir değişiklik, basit bir tekrarla ortaya koyuyor kendisini.

Son haftalarda Amerikan basınında MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında çıkan kara propaganda yazıları da uğursuz bir Déjà vu duygusu yaratıyor insanda. The Wall Street Journal ve Washington Post’un yazarları şık kıyafetlerin içinde, kadife eldivenlerinin içine sakladıkları ellerini sallayarak, fevkalade ‘medeni’ bir şekilde konuşuyorlar ama önünde durdukları duvarın arkasından çok kötü kokular geliyor.

Fidan, Suriye’deki cihatçıları örgütlemekle, İsrail hesabına çalışan İranlıları İran’a ihbar etmekle suçlanıyor. Türkiye’nin Suriye’de oynadığı rolü biz de eleştiriyoruz. Ama Amerikan medyasında çıkan yazıları okuduğunuzda, bunların bir eleştiri, uyarı falan olmadığını, belli çevreleri manipüle etme amacı taşıdığını görüyorsunuz.

Bu yazıların Türkiye’yi Suriye politikası konusunda sıkıştırmayı, İran’dan alınacak doğalgaz ve Çin’den alınacak savunma sistemleri için cezalandırmayı amaçladığını söyleyenler oldu.

Şüphesiz ki bunlar etkili olabilir. Ama ben, gazetelere parça parça bazı bilgiler vererek onları yönlendiren Amerikan ve İsrail istihbaratlarının daha büyük bir oyun planları olduğunu düşünüyorum. Bu yazıların amacı Erdoğan ya da Fidan’ı belli konularda politika değişikliğine zorlamak değil bence; veya olsa olsa bu ikincil bir hedef olabilir.

Asıl hedef, başta Amerikan yönetimi olmak üzere, bütün Batı’ya AK Parti hükümeti ve Erdoğan’ın birlikte çalışılması mümkün olmayan, güvenilmez, fanatik ve radikal bir İslamcı olduğunu kanıtlamak.

Bugün Hakan Fidan’a karşı gerçekleştirilen küçük küçük hamlelerle, parçalarını gördüğümüz bu fotoğrafın ana gövdesi 24 Ağustos’ta yine The Wall Street Journal’da yayımlanan bir yazıyla ortaya konmuştu. Russel Mead imzasıyla yayımlanan bu makalenin başlığı, ‘Amerika’nın Ortadoğu’da başarısızlığa uğrayan Büyük Stratejisi’ (The Failed Grand Strategy in the Middle East). Mead’e göre, Obama yönetiminin Ortadoğu stratejisi bütünüyle başarısızlığa uğradı. Bu strateji ‘ılımlı İslamcılarla’ birlikte Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesini öngörüyordu. ABD yönetimi AK Parti gibi ılımlı İslamcılarla birlikte çalışarak Ortadoğu’ya demokrasi getirecek, İslamcı terörist örgütleri marjinalleştirecekti.

Ancak Mead’e göre ABD yönetimi bu hedefleri belirlerken büyük hesap hataları yaptı: Desteklenen İslamcı grupların olgunluk ve kapasitelerini yanlış okudu; bu politikanın ABD’nin önemli müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail üzerindeki etkilerini hesaplayamadı; bölgedeki terörist hareketlerin yeni dinamiklerini anlayamadı vd.

Mead tabii AK Parti ve Erdoğan’a da uzun uzun göndermelerde bulunuyor: Erdoğan gazetecileri tutuklattı, medyayı tehdit etti, kaba bir şekilde gösterileri bastırdı. Partinin ön saflarındakiler artan oranda şirazeden çıktılar; Yahudileri, telekineziyi ve diğer gizemli güçleri suçladılar vd.

Maalesef bu söylenenlerin bir kısmı doğru; ancak Mead tabii ki bütün bunları Türkiye’nin hayrı için sıralamıyor. ABD yönetimine “Ortadoğu politikanı değiştir, eski fabrika ayarlarına geri dön” diyor. Nitekim ‘Mısır ordusu, İsrail ve Suudi Arabistan’ın ABD’yi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığını’ söylemesinden nasıl bir Ortadoğu hayal edildiğini anlıyoruz.

Mead’in bu yazısı ve son haftalarda art arda çıkan Fidan yazıları, birkaç gün önce eski İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın Facebook sayfasına yazdığı “Erdoğan radikal bir İslamcıdır” cümlesini bütün Batı’nın kafasına kazımak istiyor. Ve tabii, “Bu radikal İslamcılarla demokrasi falan olmaz” cümlesinin de muhataplar tarafından söylenmesi bekleniyor.

AK Parti hükümeti, bu çemberi, daha fazla demokrasi ve AB ipine daha sıkı sarılarak mı kırmaya çalışacak; yoksa daha fazla komplo teorisi, daha fazla İsrail karşıtlığı, daha az demokrasiyle bu çevrelerin ekmeğine yağ mı sürülecek, hep birlikte göreceğiz…

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ : Vietnam’ı kaybedersek Türkiye’ye komünizm tehditte bulunabilir


Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili en çarpıcı açıklama ABD’nin güvenlikten sorumlu danışmanı daha sonra Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir.

“Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek” Rice bu yazısında Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştır.

VİETNAM’I KAYBEDERSEK KOMÜNİSTLER TÜRKİYE’YE TEHDİTDE BULUNABİLİR!

Fransız ve ABD güçlerini yenerek halkını bağımsızlığa kavuşturan komutan Võ Nguyên Giáp 4 Ekim 2013’de yaşamını yitirdi. Türk 68’li devrimcileri Vietnam ulusal kurtuluş hareketlerinden etkilenmiş, sempatiyle bakıyorlardı. Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’na ilk kitlesel destek ve tepkiler 1966 yılında oldu.

Havai’de bulunan ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson, 7 Şubat 1966’da yaptığı konuşmasında Kore, Avusturalya ve Yeni Zelenda’nın Vietnam’a asker göndermesini övdü, Türkiye ile ilgili olarak şunları söyledi:

“Komünist mütecavizler Vietnam’da başarı kazanırlarsa, kurtuluş savaşları dedikleri mücadele yolu ile Filipinler, Yunanistan ve Malezya’da isyanla: Kore’deki vahşiyane tecavüzlerle; Türkiye’de tehditle ve dünyada hür seçimlerle elde edemediklerini yapabilecekleri inancına saplanacaklardır.”

DEVRİMCİ GENÇLER, JOHNSON’A TEPKİ DUYUYOR!

Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) Genel Başkanı Alp Kuran, ABD Cumhurbaşkanı Lyndon Baines Johnson’un, Honolulu Konferansında, Türkiye’yi Vietnam’a benzetmesi ve komünizm tehlikesini neden göstererek, Türkiye’nin iç işlerine karışması niteliğinde konuşması dolayısıyla aşağıda yayınlanan mektubu 12 Şubat 1966 Cumartesi günü Başkan Lyndon Baines Johnson’a göndermişti:

"Bay Başkan, Bu size bir ulusun gençliğinin sesini ileten bir mektuptur. Bütün Türk Gençlik Liderlerinin görüşlerinin toplanması ile alınan kararların ifadesi ve sonucu olması bakımından, biraz gecikmiş bir mektuptur. Bay Başkan, Honolulu Konferansı sırasında, Vietnam’da giriştiğiniz haksız savaşı haklı göstermek üzere yaptığınız açıklamalarda, Vietnam’da savaşa son verip çekildiğiniz takdirde komünistlerin Türkiye’de tehdit ve baskı ile işbaşına geleceklerine dair beyanlarınıza hayretle ve üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz.

Bu sözlerinizin -Türkiye’nin gerçeklerini çok daha yakından bilen Türk gençliği olarak- gerçeklere hiç uymadığını belirtmek istiyoruz. Bay Başkan, Her şeyden önce, ABD Milleti ile Türk Milleti arasındaki iyi dostluk münasebetlerinin, başkan seçildiğinizden bu yana, Amerikan hükümetinin olumsuz ve mütecaviz edalı davranışları sonucunda yaralar almağa başladığına ve Türk kamu oyunu rencide ettiğine dikkatinizi çekmek istiyoruz.

Bay Başkan, saygıya değer olmak bakımından Amerikan ulusu ile Türk ulusu ve ne de herhangi bir ulus arasında hiç bir fark olmadığını sizin de kabul edeceğinizi ümit ediyoruz. Bu açıdan, Honolulu Konferansındaki sözlerinizin bizde uyandırdığı bazı terüddütleri izale etmeği kabul edeceğinize inanıyoruz.

Bay Başkan, Türkiye’de komünistlerin tehditle işbaşına gelebilecekleri yolundaki iddianızın ve bu iddianın dayanağı olan bilgilerinizin hangi istihbarat kaynaklarına dayandığını; bu istihbaratı Türkiye’deki resmi memurlarınız tarafından mı, yoksa Türkiye’deki gizli ajanlarınız kanalıyla mı elde ettiğinizi, Türkiye’ye komünizmin gelmesini önlemeğe azimli ve gerçek görevli Türk gençliği olarak öğrenmek istiyoruz. Ayrıca, bu özel istihbarat kaynaklarınızı Türkiye’nin içine yalnız dostluk adına ve yalnız Türkiye’nin menfeatlerini korumak üzere soktuğunuza ikna edilmek ihtiyacında olduğumuzu da belirtmeyi, ulusumuza karşı ifa edilmesi gereken bir borç sayıyoruz.

Bay Başkan, bildiğiniz gibi, Türkiye Cumhuriyeti demokrasiyle idare edilen bir hukuk devletidir. ABD’de olduğu gibi mahkeme kararı ile hüküm giymemiş olan kişiler Türkiye Cumhuriyetinin masum, muteber ve şerefli vatandaşlarıdır. Ve Türkiye’de komünizm kanun dışıdır. Durum bu iken, ABD Başkanı olarak Honolulu Konferansında sarfettiğiniz sözleri şerefli ve masum Türk vatandaşlarını şaibe altında bırakması, Türkiye Cumhuriyetini kanunları uygulamaktan aciz bir hükümet olarak dünya kamu oyuna tanıtacak nitelikte olması, ayrıca bir ülkenin iç işlerine müdahale anlamını taşıması ve ulusal haysiyeti rencide eder mahiyette bulunması bakımından şiddetle protesto etmek mecburiyetinde olduğumuzu belirtmek isteriz. Gene belirtmek ve inanmanızı isteriz ki, bir Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri Türkiye’nin içinden çıkacak komünistleri kanun yoluyla ve mahkeme kararıyla cezalandırmak kudretine her zaman sahip olduğu gibi Türk Ulusu ve Türk Silahlı Kuvvetleri de dışarıdan gelecek herhangi bir komünist tecavüzünü doğrudan doğruya kendi gücüne dayanarak önlemek ve yok etmek imkânına her zaman sahiptir.

Bay Başkan, Gerçek bu iken, Honolulu Konferansındaki sözlerinizin anlamını ve maksadını anlamakta güçlük çektiğimizi ve bu anlamı ve maksadı araştırmak zorunda olduğumuzu belirtmek isteriz. Bu sözlerinizin, Amerika Birleşik Devletlerinin veya Amerikan şirketlerinin bu güne kadar Türkiye’de elde etmek imkanını bulduğu haksız imtiyazları gözden geçirme ve eşit dostluk bağları yaratma eğilimlerinin ve çabalarının kuvvetlendiği bir zamana rastlaması belki kötü bir tesadüfün sonucu olmuştur.

Fakat bu sözleriniz itiraf edelim ki, Amerika’nın Türkiye’deki haksız menfeatlerini sürdürmek ve Türk ulusunun meşru haklarını elde etmesini önlemek amacına dayanıp dayanmadığı hususunda tereddütler uyandırmıştır. Türkiye’de komünizm tehlikesi yok iken, sırf Amerika’nın Türkiye’deki haksız menfeatlerini korumak amacı ile gerekirse ülkemizi Vietnam’a döndürme emelini ve teşebbüslerini taşıyıp taşımadığı hususunda şüpheler yaratmıştır.

“VİETNAM’DA DEVAM EDEN VAHŞİ SAVAŞ AMERİKAN HÜKÜMETLERİNİN SAKAT POLİTİKASI SONUCUDUR”

Bay Başkan, ‘Çirkin Amerikalı’ kitabı bir Amerikalı yazarın eseridir. Ve bu eserde yoksul bir ülkede komünistlerin nasıl Amerikan hükümetlerinin sakat ve anlayışsız politikası sonucu işbaşına geldikleri dile getirilmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri hükümetlerinin yoksul ülkelerde gerçek milliyetçileri destekleyecek yerde, kendi özel menfaatlerine hizmet edecek satılmış ve uşak hükümetler aramağa çalışmaları ve yaratmalarıdır ki, bu ülkelerde Amerikan düşmanlığını uyandırmış, buhranlara sebebiyet vermiş, yer yer komünistlerin iktidara gelmelerini sağlamıştır. Küba’da diktatör Batista’nın desteklenmesi Castro’yu, Çin’de zalim Çang Kai Chek’in desteklenmesi Mao Tse Tunk’u yaratmış ve iktidara getirmiştir. Vietnam’da devam eden vahşi savaş gene Amerikan hükümetlerinin sakat politikası sonucudur. Bugün itiraf etmek zorundayız ki, İkinci dünya Savaşından bu yana eğer Hür Dünyanın sınırları oldukça daralmışsa, bunun baş sorumlusu İkinci Dünya Savaşından beri Hür Dünyanın liderliğini yapan ve dünya politikasını yöneten Amerikan hükümetleridir.

Hür dünya sınırlarının bu şekilde gittikçe daralması olayı, ABD tarafından bu güne kadar izlenen politikanın iflas ettiği ve iflas etmesi gerektiği gerçeğini ortaya koymakta, ve yeni bir dünya düzeni anlayışının kabulünü zorunlu kılmaktadır. Bay Başkan, Bütün bu gerçekler karşısında, size, Birleşmiş milletler Antlaşması hükümlerini de göz önünde tutarak, Türkiye’nin içişlerine karışmak anlamını taşıyacak sözlerden ve davranışlardan dikkatle kaçınmanızı, ve yalnız Birleşik Amerika Devletlerinde komünistlerin mevcut olup olmadığı ve serbestçe dolaşıp dolaşmadıkları meselesiyle ilgilenmenizi, Türkiye ile Amerika arasında eşit ve şerefli bir dostluğu devam ettirmeğe kararlı Türk Gençliği olarak tavsiye etmeği gerekli görüyoruz.

Bay Başkan, Siz de kabul edersiniz ki, Türkiye Türklerindir. Ve emin olunuz ki Türkiye Cumhuriyeti ulusal bağımsızlığını ve haysiyetini yalnız komünistlere karşı değil, bütün yabancılara ve yabancı emellere karşı korumak kararında, azminde ve bilhassa gücündedir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşından sonra yurdumuzu işgal eden Batılı emperyalistlere karşı "geldikleri gibi giderler" diyen ve aynı zamanda komünizme karşı yaşama hakkı tanımayan büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkesidir. Ve, bütün Türk Ulusu, Türk Ulusunun ayrılmaz parçası olan Türk Gençliği ve Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk’ün takipçisidirler. Bay Başkan, bütün bu gerçeklerin ışığı altında, bu mektubumuzu, Amerikan Ulusu ile Türk Ulusu arasında gerçek ve devamlı bir dostluğu korumak samimi arzusunun ifadesi olarak karşılayacağınızdan emin olarak, şahsınızda hürriyete ve hür düşünceye aşık Amerikan Gençliğini selamlamamıza müsaadelerinizi rica ederiz. Saygılarımla, Genel Başkan Alp Kuran."

Kıbrıs sorunu nedeniyle ABD Başkanı Lyndon D. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği, ve gazetelerde açıklanan mektuba karşı Ege Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü Başkanı A. Ali Etensel’in bu konuda yayınladığı bildiri ise şöyledir:

“Başkan Johnson’un Başbakanımıza yazmış olduğu mektubu esef ile karşıladık. Milli gururumuzla bağdaşmayan bu mektuba gençlik olarak cevap veriyoruz. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson: Türkiye hiçbir zaman emperyalist bir devletin yardakçısı olmayacaktır. Buna teşebbüs etmeğe kalkan zavallılara gereken ders en kısa zamanda verilecektir. Türkiye’mizin Vietnam’a benzetilmesine hiçbir zaman müsaade etmeyeceğiz. Bugüne kadar Amerika’nın dış politikamiza ve iç politikamıza burnunu soktuğu ve her zaman Türk milli menfaatlerini hiçe saydığı için Amerika’yı kendimize dost olarak kabul etmiyoruz. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusca mücadeleyi caiz gören bir milletin gençliğiyiz. Ulu önder büyük ATA’mız bugünkü şartlar içinde ne şekilde hareket edeceğimizi aşağıdaki sözleriyle göstermiştir:

‘İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsal görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve delalet ve hatta hiyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. millet, fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte; bu şerait içinde dahi, vazifen: Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."

ABD, ULUSLARARASI SAVAŞ SUÇLULARI MAHKEMESİNDE YARGILANDI ve MAHKUM EDİLDİ

TİP’in genel başkanı olan, Siyasetçi kimliğinin ötesinde aynı zamanda bir devletler hukuku doçenti olan Mehmet Ali Aybar, 1966 yılında filozofBertrand Russell’ın girişimiyle oluşturulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin bir üyesiydi.

“Russell Mahkemesi” olarak da bilinen Mahkeme’nin amacı, gerek stratejik önemi gerek zengin yeraltı kaynakları nedeniyle Vietnam konusunda önceleri sömürgeci Fransa’yı destekleyen daha sonra ise kukla hükümetler ve askerî birliklerle fiilî olarak ülkeye giren ABD’nin işlediği savaş suçlarını araştırmak, dünya çapında kamuoyu yaratmaktı. İdari başkanlığını Jean-Paul Sartre’ın yaptığı Mahkeme adına dünyanın önde gelen entelektüellerine, alanlarındaki yetkin isimlerine davet mektupları gönderen Onursal Başkan Russell, Mahkeme’yi, “ezilenlerin adil bir şekilde müdafaa edilebilecekleri bir platform, bir forum” olarak tanımlıyor; “büyük bir askerî devletin küçük bir ulusa karşı giriştiği en acımasızca ve utanmazca faaliyetlerin birikmiş kanıtlarını gün ışığına çıkarma” isteğini ortaya koyuyordu.

1950’li yıllardan itibaren özellikle nükleer silahsızlanma için ve Vietnam’da yürütülen savaşa karşı verdiği mücadele ile öne çıkan Russell, bir Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi oluşturma fikri için çalışmalarına 1966 sonlarında hız kazandırdı. Nitekim aynı yılın Kasım ayında Russell’ın çağrısıyla Londra’da bir araya gelen bir grup aydın, Mahkeme’nin statüsünü ve programını hazırlayarak Vietnam’a çeşitli tahkik komisyonları göndermeyi kararlaştırdı.

Mahkeme, Russell, Sartre ve Aybar dışında şu isimlerden

oluşuyordu:

• Wolfgang Abendroth: Hukuk doktoru, siyaset bilimi profesörü.

• Gunther Anders: Yazar, felsefeci.

• James Baldwin: Yazar.

• Lelio Basso: İtalyan Sosyalist Proleter Birlik Partisi Başkanı, milletvekili, uluslararası avukat.

• Simone de Beauvoir: Yazar, felsefeci.

• Lazaro Cardenas: Meksika eski devlet başkanı.

• Stokely Carmichael: Barışçıl Öğrenci Koordinasyon Komitesi Başkanı.

• Lawrence Daly: Büyük Britanya Ulusal Madenciler Sendikası Genel Sekreteri.

• Vladimir Dedijer: Tarihçi ve hukuk doktoru (Dedijer, aynı zamanda “Mahkeme Başkanı” sıfatını taşıyor ve oturumları yönetiyordu).

• David Dellinger: Amerikalı pasifist, Liberation editörü, 5. Cadde Gösteri Komitesi” Başkanı.

• Isaac Deutscher: Tarihçi.

• Haika Grossman: Hukukçu.

• Gisele Halimi: Avukat, Cezayir’deki Fransız baskısına dair kimi eserlerin yazarı.

• Amado Hernandez: Şair, Filipinler Demokratik İşçi Partisi Başkanı, Ulusal Filipinli Yazarlar Örgütü fiilî başkanı.

• Melba Hernandez: Küba Vietnamla Dayanışma Komitesi Başkanı.

• Mahmud Ali Kasuri: Pakistan Yüksek Mahkemesi’nde avukat.

• Sara Lidman: Yazar.

• Kinju Morikawa: Avukat, Japonya Sivil Haklar Birliği Başkan Yardımcısı.

• Carl Oglesby: Oyun yazarı, Demokratik Toplum İçin Öğrenci Girişimi eski başkanı.

• Shoichi Sakata: Fizik profesörü.

• Laurent Schwartz: Matematik profesörü.

• Peter Weiss: Oyun yazarı, yönetmen.

1967’de İsveç’in başkenti Stockholm’de, 2-10 Mayıs tarihleri arasında ilk oturumunu gerçekleştiren Mahkeme, Aybar’ın belirttiğine göre esas olarak beş konuda incelemelerde bulunacaktı:

“1- Amerika hükümeti (ve Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore hükümetleri) devletler hukuku bakımından saldırı fiilleri işlemişler midir?

2- Sivil halk ve hedefler, özellikle hastaneler, sanatoryumlar, barajlar, okullar gibi hedefler bombalanmış mıdır?

3- Savaş kanunlarının yasakladığı silahlar kullanılmış veya denenmiş midir?

4- Tutsaklara gayri insani muamele yapılmış, işkence edilmiş, sivil halka karşı misillemede bulunulmuş, rehineler alınıp öldürülmüş müdür?

5- Zorla çalıştırma kampları kurulmuş, kütlece sürgünler yapılmış, jenosit suçu işlenmiş midir?”

Stockholm oturumunda ilk iki konuyu ele alan Mahkeme “ABD’nin Vietnam’da kuvvet kullanmaktan sorumlu olduğu ve bu yüzden bu ülkeye karşı bir saldırı suçu, barışa karşı bir suç işlediği, Vietnam halkının temel haklarına karşı

bir suç işlediği” sonucunun yanı sıra “sivil hedeflere havadan, denizden ve karadan yapılan bombardımanların yoğun, sistemli ve kasıtlı bir nitelikte olduğu kanısına varmıştır.”

Mahkeme söz konusu kararları oybirliği ile alırken, Vietnam’a gönderdiği tahkik komisyonlarından gelen raporların yanı sıra birçok uzmanı, tanığı dinlemiş; çeşitli fotografik ve sinematografik belgelerden de yararlanmıştır. ABD’ye başından itibaren yapılan “savunma verme” çağrıları ise cevapsız kalmıştır.

İkinci ve son oturumunu 20 Kasım-1 Aralık 1967’de Kopenhag yakınlarındaki Roskilde’de yapan Russell Mahkemesi, burada ele aldığı konularda da yine ABD’nin savaş suçu işlediğine, Vietnam halkına karşı soykırıma giriştiğine karar verdi.

Kopenhag oturumundan önce Mahkeme tarafından Vietnam’a gönderilen iki tahkik komisyonu olayları yerinde incelemişti. Mehmet Ali Aybar, bu komisyonlardan birinin başkanıydı. Aybar’ın ekibinde yer alan diğer isimler şunlardı: Finlandiyalı bir doktor olan ve Dünya Sağlık Örgütü’nde danışmanlık yapan Henrick Forss, Fransız siyaset bilimci Denis Berger ve Fransız gazeteci Jean Bertolino.

24 Temmuz 1967’de İstanbul’dan hareketle başlayan Aybar’ın Vietnam günlüğü, 26 Ağustos 1967’de Atina’dan İstanbul’a doğru havalanan uçakta bitiyor. Bir aya yakın süre Vietnam’da incelemelerde bulunan Aybar’ın Vietnam günlüğünü kısaca özetleyelim:

“24 Temmuz 1967 İstanbul’dan hareket. Yeşilköy’den Beyrut, Karaçi, Phnom-Penh üzerinden Hanoi’ye gidiyorum. Mahkeme adına şu üç noktayı tahkik edecek olan komisyona başkanlık edeceğim:

1- Yasak silahlar kullanılmış mıdır?,

2- 2- Savaş esirleri ve sivil halka kötü muamele yapılmış mıdır?,

3- Genocide var mıdır?…”

“29.07.1967 Hanoi. Sabah saat 7.30’da ilk ‘alerte’. Şaşırdık doğrusu. Savaşta olduğumuzu birden fark ettik. Banyoda tıraş oluyordum. Yüzümün yarısısabunlu. Ayağımda terlik, elimde ayakkabı, pantolonu koridorda giyerek bahçedeki sığınağa vardık. Uçaksavarlar birkaç kere ateş ettiler. Biz geldiğimizde sığınak dolu idi. Çimentodan bir kısmı birkaç basamakla iniliyor. Basit bir şey. Sığınağa girişimizle alerte sonu çaldı. Otel müstahdemleri bıyık altından güldüler bizim acemiliğimize.”

6.VIII.1967 “… Bekliyoruz iki büklüm. İlk patlamalar. Bomba mı? Uçaksavar mı? Forss soruyor, “Bomba” diyorlar… Altı kişi çömelmiş (sığınağın tavanı bir metre olmalı, eni de belki bir metre) bekliyoruz. Hoparlörler arada bilgi veriyor: Uçaklar NAM DINH üzerine geliyorlar… Dakikalar, dakikalar. Gene sığınağı sarsan patlamalar… Bekliyoruz ve terliyoruz… Sıcak, rutubetli ağır bir sıcak ve sığınağın sivrisinekleri… Bekliyoruz ve aklıma geliyor, “Güllü’yü bir daha görmemek var” diye; “Güllü’yü babasız bırakmak var” diye ama çarçabuk bu kara düşünceleri itiyorum bu güler yüzlü, cesur halkın arasında…”

8.8.1967 NINH BINH (Misafirhane) “… Bir kadın sedye üzerinde. Baş ucunda ağlayan bir kadın ve bir erkek. Kadının kolu, bacağı, vücudunun görünür yerleri, yüzü yanmış, öldü ölecek. Yanan evinin külleri üzerine koymuşlar sedyeyi. Bize ifade vermek için gelmişmiş. İnlemeye bile mecali yok. Yaralarına sinekler konuyor. Orada sedyenin üzerinde yatıyor. Yaraları görünsün diye sargılarını çıkarmışlar. Bize ifade vermek istediği için getirmişlermiş!… İsyan ediyor insan. İstemiş olsa bile hangi cani doktor izin vermiş buna? Kadın öldü ölecek, derin yanıklar kaplamış vücudunu. Konuşmuyor. Gözleri sabitleşmiş. Bizi görmek!? Haydi canım!… Yaralıların vak’a mahalline nakledilmiş olmasının biz komisyon üyelerini üzdüğünü söyledim. Hastane 10 km. mesafede imiş. Kendilerinin ısrar ettiği cevabını verdi. ‘Doktorlar izin vermemeliydi’ dedim. Bu olay kötü tesir etti, hepimize. Hele ölüm halindeki kadının sedye ile getirilmesi…”

15.VIII.1967 Hanoi-THUONG THANH komünü, GIALAM distrikti. “… İki ağır bomba 88 evi yerle bir etmiş. Bir tanesi kocaman, içi su dolu bir krater açmış. Bombanın düştüğü yerin tam yanındaki teker kişilik iki sığınağa barınmış iki kadın bombanın nefesinden ölmüşler. Biraz ilerde bir genç kadın yıkılan evinin enkazı arasından bir şeyler topluyor. Yanına vardık. Genç ve güzel bir kadın. Kederli. Toparladığı şeyler arasında bir çift lastik erkek ayakkabısı, birpantolon, kocasının elbiseleri. Kocası hemen oracıkta ölmüş. Hem anlatıyor hem ağlıyor. “İki çocukla kaldım” diyor. Dayanılır gibi değil.”

22.VIII.67 Hanoi. “Saat 16.30. Bombalanan yerleri gördük. Korkunç. Ne yazayım? İçimde bir eziklik. İnsanlar, çocuklar, kadınlar ölmüş, yaralı. Bir yerde üç ölüyü çöküntüler arasından çıkarmışlar, hareketsiz, sedyede götürüyorlar. Beride bir el, bir çocuk kafasını tutar…”

Mahkemenin vardığı sonuçlar:

1. Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, devletler hukukuna göre, Vietnam’a karşı saldırı eylemleri işlemiş midir?

Oybirliğiyle, EVET.

2. Örneğin hastaneler, okullar, sağlık tesisleri, barajlar vb. gibi tamamen sivil hedefler bombardıman edilmiş midir? Edilmişse, ne ölçüde?

Oybirliğiyle, EVET.

Şu sonuca varmaktayız ki, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti ve askerî kuvvetleri sivil halk, konutlar, köyler, barajlar, su setleri, sağlık tesisleri, cüzzam hastaneleri, okullar, kiliseler, tapınaklar, tarihî ve kültürel anıtlar da dahil olmak üzere sivil hedefleri büyük bir ölçüde kasıtla, sistemli bombardıman etmekle suçludur.”

“MERHABA ERNESTO GİBİ ÖLENLERE”

Bu dönem hem Türkiye’de hem de tüm dünyada ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamı kınayan eylemler yapılıyordu. ABD’li akrist Jane Fonda, bu eylemlerin önderlerinden biriydi. Türkiye’de devrimci gençlerin yaptığı eylemlerden bir tanesi de 28 Eylül 1967 Perşembe günü düzenleniyor, Amerikan Haberler Merkezi’nin önüne Mustafa Kemal Atatürk’ün “Mazlum milletler, zalimleri bir gün mahv ve perişan edeceklerdir” sözü yazılı bir çelenk bırakıyordu.

“İkinci kurtuluş savaşı” verdiklerini söyleyen Türk devrimci gençleri de ulusal kuruluş savaşı veren ülkelerle ilgileniyor o ülkelere gidip savaşmak istiyorlardı.

68 kuşağının önemli sloganlarından birisi şuydu:

“Ho Ho Ho Chi Minh, İki üç daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam.”

Küba’ya, Vietnam’a gitmek isteyenler oldu. Olanak bulamadılar. En yakın yer Filistin’di araya gitmeye başladılar. İlk olarak Gaziantepli iki genç 1968’de gitti Filistin’e. Gidenlerin sayısı 1969’dan itibaren artmaya başladı.

“Merhaba Ernesto Gibi Ölenlere”

Deniz, 1969’da Filistin’den döndükten sonra ilk kez ODTÜ Öğrenci Birliği seçimlerinde, daha sonra da SBF Öğrenci Derneği’nin düzenlediği bir anma toplantısında bulundu.

SBF Öğrenci Derneği Başkanı Cengiz Çandar tarafından, 2 Eylül 1969’da ölen Kuzey Vietnam Devlet Başkanı Ho Chi Minh için SBF’nin konferans salonunda, “Ho Chi Minh’i Anma” töreni düzenlendi. Anma töreninin yapılacağı salona Mustafa Kemal Atatürk ile Ho Chi Minh’in iki posteri yan yana asıldı. Bu anma törenine katılan Deniz, bir de konuşma yaptı.

7 Eylül 1969 Pazar günü yapılan törende Deniz, özetle şu konuşmayı yaptı:

“Amerikan emperyalizmine karşı yedi iklim, dört cephede mücadele ettiğimiz, Bolivya’da, Venezüella’da, Angola ve Vietnam’da kahramanca ölmesini bildiğimiz bugünlerde Ho Chi Minh arkadaşı kaybettik. Onun Amerikan emperyalizmine karşı verdiği kavgada, kararlı, azimli tutumu zor günlerimizde bizlere yol gösterecek ve Vietnam halkının milli demokratik devrim mücadelesinde inançlı adımları oportünizme karşı mücadelemizde bizlere örnek olacaktır.”

Deniz sözlerini Özkan Mert’in şiirinden dizeler okuyarak bitirdi:

“Merhaba Ernesto gibi ölenlere

Merhaba Camillo gibi ölenlere

Merhaba Ho Chi Minh’lere

Yuh olsun emperyalizme.”

Törende SBF Öğrenci Derneği Başkanı Cengiz Çandar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanlarından Doğu Perinçek, Malatya Eğincik köyü muhtarı Köse Polat, SBF öğretim üyesi Türkkaya Ataöv, FKF Genel Sekreteri Ruhi Koç, SBF Fikir Kulübü Başkanı Danyal Oral Çalışlar ve Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk konuşma yaptı.

“MİLLİ KURTULUŞ SAVAŞLARIYLA VE VİETNAM HALKIYLA DAYANIŞMA DERNEĞİ”

Milli Kurtuluş Savaşlarıyla ve Vietnam Halkıyla Dayanışma Derneği adı altında 1969 yılı Aralık ayında bir dernek kuruldu.

Derneğin amacı: Elli yıl önce Türkiye halkını esir etmek için yurdumuzu istila etmiş olan ve bugün Türkiye’yi yarı-sömürge bir ülke olarak sömüren emperyalizme karşı, milli kurtuluş savaşı veren halklarla ve emperyalizme karşı yıllardır kahramanca mücadele eden Vietnam halkıyla, halkımız arasındaki dayanışmayı güçlendirmektir.Bu amaçla demek, milli kurtuluş savaşlarının niteliklerini anlatmak ve kendi milli kurtuluş savaşımızla bağlarını göstermek için konferanslar ve açıkoturumlar düzenler, bu yolda yayın yapar.

Derneğin kurucuları: 1-Tarık Almaç: İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı, 2-Dursun Akçam: Öğretmen, Yazar, TÖS İkinci Başkanı, 3-Muammer Aksoy: SBF Profesörü, Türk Hukuk Kurumu Başkanı, 4-Çetin Altan: Yazar, Eski İstanbul Milletvekili, 5Nahit Arda: Emekli Kurmay Albay, Yazar, 6-Ahmet Arif: Şair, Gazeteci, 7-Türkkaya Ataöv: SBF Doçenti, Yazar, 8-Mehmet Barlas: Cumhuriyet Gazetesi Dış Politika Yazarı, 9-Fakir Baykurt: TÖS Genel Başkanı, Yazar, Romancı, 10-İbrahim Çamlı: Dış Politika Yazarı, 11-Cengiz Çandar: SBF Öğrenci Derneği Başkanı, 12-Ayberk Çölok: Halk Oyuncuları Sanatçısı, 13-Deniz Gezmiş: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi, 14-Mevlüt Karakaya: Köylü, Değirmenözü Köyü-Kütahya, 15-Hamdi Konur: Öğretmen, Yazar, 16-Uğur Mumcu: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Asistanı, Türk Hukuk Kurumu Yönetim Kurulu üyesi, 17-Tuncer Necmioğlu: Halk Oyuncuları Genel Başkanı, 18-Ömer Özerturgut: İşçi Köylü Gazetesi Yazı İşleri Müdürü, 19-Doğu Perinçek: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Dr. Asistan, 20-İlhan Selçuk: Cumhuriyet Gazetesi Yazarı, 21-Bahri Savcı: SBF Profesörü, TÖDMF Eski Başkanı, 22-Ali Sirmen: Akşam Gazetesi Dış Politika Yazarı, 23-İsmet Sungurbey: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü, 24-Güner Sümer: AST Yönetmeni, Oyun Yazarı, 25-Ahmet Yıldız: Senatör, MBK Üyesi, 26-Gün Zileli: TDGF Merkez Yürütme Kurulu Üyesi.

O dönem SBF’de öğretim üyesi olan Prof. Bahri Savcı, bu dernek yüzünden Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın Evrak no: 1971/125, Esas no: 159, Karar no: 122 iddianamesiyle yargılanmıştı.

Devrimciler bu derneği kurduklarında Güney Vietnam’ın Türkiye Büyükelçiliği’nin sahiplendiği, “Türk-Vietnam Dostluk Derneği” faaliyetteydi, eylem, toplantılar düzenliyor, broşür yayımlıyor ABD’nin Vietnam’daki politikasını destekliyordu.

1956’da Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak iki ayrı cumhuriyete bölünmüş olan ülke, 1976’da Vietnam sosyalist Cumhuriyeti olarak birleşti.

Emperyalizm girdiği ülkeleri bölüyor parçalıyordu şimdi Afrika’da, Ortadoğu’da yaptığı gibi. Kuzey Yemen, Güney Yemen. Yıllarca çatıştılar. 1990’da iki devlet resmen birleşti. Güney Kore ile Kuzey Kore halen çatışma halinde.

BOP-YDD ile başlayan müdahaleler sonucu Irak, Mısır, Libya’da iç savaş yaşandı. Şimdi emperyalizmin müdahalesi Suriye’de devam ediyor. Türkiye hükümeti, Suriye hükümetinin yıkılması için destek veriyor. Sol muhalefet ise Suriye’nin iç işlerine karışılmasına karşı çıkıyor.

“BÜTÜN DÜNYA HALKLARI YAKIN BİR GELECEKTE EMPERYALİZMİN ÜSTESİNDEN GELECEK”

Devrimci gençlik örgütlerinin 25 Mayıs 1967’de yayımladığı bildirideki Vietnam kurtuluş savaşı için yapılan değerlendirme günümüzdeki durumu da açıklıyor kanısındayım:

“Kurtuluş savaşı veren Vietnam halkının milliyetçi güçleri ile dayanışma halindeyiz. Bütün dünya halkları yakın bir gelecekte, emperyalizmin ve yerli ortaklarının üstesinden gelecek, yurtlarında kendi ulusal geleceklerine uygun halktan yana demokrasiler kuracaklardır.”

Turhan Feyizoğlu

Odatv.com

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ /// MURAT ÇABAS : Bid’at akımları BOP işbirliği


İslam coğrafyasındaki katliamlar bayramda da devam etti.

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında el attığı, demokrasi(!) getirdiği ve getirmeye çalıştığı her İslam ülkesinde kaos, karmaşa, çatışma ve katliamlar yaşandı.

Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da yüzlerce Müslüman öldürüldü.

ABD’nin, özellikle Libya’nın işgal sürecinde başlayan ve Suriye’de devam eden katliam yöntemleri öncekilere nazaran kabuk değiştirdi.

Önceleri bizzat ABD askerleri ya da diğer batılı ülkelerin askerleri yani Haçlı askerleri tarafından gerçekleştirilen katliamlar, bu yeni süreçte cübbeli, sarıklı, tekbir getiren Müslüman görünümlü teröristlere ihale edildi.

Ebu Garip’te, Felluce’de, Samarra’da ABD askerleri tarafından gerçekleştirilen iğrenç katliamlar, işkenceler, tecavüzlerin daha şiddetlilerini bu teröristlerin tekbir getirerek gerçekleştirdiklerine bugün şahit oluyoruz.

Böylece Haçlı Batı dünyası bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Birincisi, vatan olarak yerleşmeyi düşündükleri İslam coğrafyasında, imajlarını bozmadan Müslüman nüfusu yok ediyorlar, buralarda bulunan zengin kaynaklara kolaylıkla sahip oluyorlar, teröristler eliyle gerçekleştirdikleri için de uluslar arası kamuoyu nezdinde suçlu olmaktan kurtuluyorlar.

İkincisi ise, kendi elleriyle yetiştirdikleri, bu dışı Müslüman içinde Haçlı ruhu taşıyan teröristlerle Müslüman imajını yerle bir ediyorlar, “Müslümanlar teröristtir” imajını tüm dünyaya örnek olarak göstermiş oluyorlar.

Hakk’ın çizgisinin dışında bulunan Batı dünyasının insanları, tekbirlerle yapılan bu vahşet karşısında kendi yanlış yollarının, inançlarının ne kadar doğru olduğu konusunda mukni oluyor ve İslam’dan daha fazla uzaklaştıkları gibi, bu vahşetler karşısında ister istemez, anlaşamadıkları halde bir ve beraber oluyorlar.

Peki, karıncayı bile incitmeme anlayışına sahip olması gereken Müslüman nasıl oluyor da kafa kesen, işkence eden, tekbir getirerek tecavüz eden bir noktaya geliyor.

Bu, Müslüman’a asla yakışmayan, Müslümansa bile meyledildiği takdirde kişiyi imandan çıkaran fiilleri Yezit döneminde de görmekteyiz, Emevi saltanatında da, Abbasi saltanatında da hatta belirli bir dönemden sonra Osmanlı saltanatında da görmekteyiz.

Bildiğiniz gibi, Yezit kendisine biat etmeyen Medine ve Mekke’ye saldırmış, binlerce Müslüman’ı katletmiş hatta Kabe’yi yaktırmıştır.

Emevi ve Abbasi dönemlerinde binlerce Ehl-i Beyt sevdalısı haklı olmalarına rağmen katledilmiştir. İmam Azam, İmam Nesai gibi Ehl-i Sünnet’in önderleri de sırf Ehl-i Beyt’e tavır almadıkları için bu işkence ve katliamlara maruz kalanlar arasındadır.

Osmanlı döneminde de Yavuz, doğuya sefer düzenlediğinde İdris-i Bitlisi gibi ne idüğü belirsizlerin yol göstermeleriyle 40 binin üzerinde Ehl-i Beyt sevdalısını kılıçtan geçirmiştir.

Benzer katliamlar, maslahat gereği, kamu yararı, devletin âli menfaatleri gibi bahanelerle ileriki dönemlerde de yapılmıştır.

Dikkat edilirse, bu katliamların, yoldan sapmaların failleri hep Ehl-i Beyt’in çizgisinden sapanların icra ettiği fiillerdir.

Dün bu icraatları yapanlar, bunları kendi saltanatlarını garanti altına almak, koltuklarını sağlama almak için bunları yapmışlardı.

Bugün katliam yapanlar ve de bu katliam projelerinde eşbaşkanlık yapanlar ne hikmetse kendi saltanatları ya da koltuklarını garanti altına almaktan ziyade Haçlı-Yahudi dünyasının menfaatleri için bunları yapmaktadırlar.

Ömrünü Haçlı batı dünyasına hizmete adamış Saddam gibi, Hüsnü Mübarek gibi liderlerin başlarına neler geldiğini bile bile bu hizmetlerine devam etmektedirler.

Bid’at akımlarla, Ehl-i Beyt’in çizgisinden saparak yetişmiş olan kafa-kol kesme geleneğine sahip kişiler bugün gruplar halinde Haçlı seferlerinin gönüllü neferi olma vazifesini üstlenmiş durumdalar.

Bid’at akımlarının ürünleri, kalbinde Haç taşıyan Müslüman görünümlü BOP askeri konumundadır. Deccal fitnesi herhalde bu olsa gerek.

Her devirde olduğu gibi bunun panzehiri Ehl-i Beyt gemisinde bir ve beraber olmaktır.

Unutmayalım ki ortalıkta deccaller varsa, deccal fitnesi zuhur ettiyse, bunun karşısında mutlaka İmam Mehdi ve İmam Mehdi’nin kaptanı olduğu Ehl-i Beyt gemisi vardır.

ARAŞTIRMA DOSYASI : BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) VE BÜYÜK KÜRDİSTAN PROJESİ (BKP)


BYK ORTADOU PROJES (BOP) VE BYK KRDSTAN PROJES (BKP).pdf

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!