Etiket arşivi: AKSİYON DERGİSİ

AKSİYON DERGİSİ : Okyanusun Berisi – Obama ve Erdoğan arasındaki 34 fark


Amerika’da Obama, Türkiye’de Tayyip Erdoğan’a oy veren biri olarak, her iki ülke liderinin farklı yönlerini, farklı bir tarzda ele almak istedim. Zor bir alanda kalem oynattığımın farkındayım. Tespitlerim doğru ya da yanlış, abartılı ya da eksik olabilir ki subjektif değerler söz konusuysa bu kuvvetle muhtemeldir.

Neticede bunlar, şahsi gözlem ve tecrübelerimi, esprili olduğu kadar çarpıcı bir üslupla yansıtmaktan başka bir gaye ve mana taşımıyor. Farklılıklardan ibret almaya, inceliklerin keyfini çıkarmaya, sözün özüne varmaya çalışalım.

Her iki lider de halkının yarısından çoğunun oyu ile seçilmiş seçkin insanlardır. Yaş, çevre, yetişme tarzı ve fıtrat farkı gibi şahsi özellikler yanında, aralarındaki temel farkların, kendilerinden değil, ait oldukları toplum, kültür ve sistemden kaynaklandığını da gözardı etmeyelim. Liderler arasındaki bu farklılıklar aslında, ABD ve Türkiye’nin ülke, insan, kültür ve politika farklılıkları aynı zamanda.

1 -KARİZMA: Obama’nın karizması kendindendir, Erdoğan karizmanın kendisidir!

2- LİDERLİK: Obama; zirvede, az rakipli, devrini yitirmeye yüz tutmuş bir ülkenin başkanıdır. Erdoğan’sa zirve yolunda, çok rakipli, devrini yakalamış bir ülkenin başbakanı.

3- TARZ: Obama sırasıyla a) İhtimalleri değerlendirir, b) Raporlara bakar, c) Uzmanları dinler, d) Muhalefetle tartışır, e) Karar verip uygular. Erdoğan sırayı tersine işletir.

4- GEÇMİŞ: Obama; göçmen çocuğu “yarım Amerikalı”, annesi “yarım siyah”, babası Müslüman ve dindar olmayan “yarım Hıristiyandır”. Erdoğan’ın hayatındaysa “yarım” yoktur.

5- HİTABET: İkisi de iyi hatiptir. Obama önce akla, sonra gönle seslenir. Konu ve sürenin dışına çıkma ihtimali düşüktür. Erdoğan önce gönlü, sonra aklı hedefler. Konu ve sürenin dışına çıkma ihtimali yüksektir.

6- GÜÇ: Obama, süper güçlü bir ülkenin, kendi ayakları üstünde durmaya çalışan başkanıdır. Erdoğan’sa kendi ayakları üstünde durmaya çalışan bir ülkenin süper güçlü başbakanıdır.

7- BAŞARI: Obama, ABD’nin sarsılan ekonomisi ve yıpranan imajını durdurursa başarılı, Erdoğan’sa Türkiye’nin düzelen ekonomisini ve parlayan imajını durdurursa başarısızdır.

8- HEDEF: Obama, ülkesini, bir önceki başkan hariç (Oğul Bush) eksi dört başkanın (Clinton, Baba Bush, Reagan, Carter) parlak zamanına geri döndürmeyi; Erdoğan’sa ülkesini, bir önceki başbakan (Gül) hariç, eski dört başbakanın (Ecevit, Yılmaz, Erbakan, Çiller) sarsıntılı zamanlarına geri döndürmemeyi hedefler.

9- SEVGİ: İkisini de seven çoktur ama hiçbir Amerikalının Obama için canını verme ihtimali yoktur. Erdoğan içinse canını feda edenler çıkabilir.

10- NEFRET: İkisinin de nefret edeni çoktur ama kimse Obama’yı öldürmeye kalkmamıştır. Erdoğan içinse suikast planları yapılmıştır.

11- GÜVEN: Seçmenleri Obama’ya değil, sisteme güvenir ve her şeyi başkandan beklemezler. Erdoğan’ın seçmenleri ise sisteme değil, Erdoğan’a güvenir ve her şeyi başbakandan beklerler.

12- İKİ SORUN: Obama ırkçılığı, Erdoğan vesayeti yenerek ülkesinin lideri oldu ama iki halk da biliyor ki iki çiçekle bahar gelmez!

13- ZENCİLİK: Dün, birisi Amerika’nın, diğeri rejimin zencisiydi. Bugün, ikisi de zor bir süreci geçerek lider oldu. Yarın, Obama’nın zenci kalacağı kesin, Erdoğan’ınki değil.

14- DÜNYA: Obama, Avrupa’da hayranlık duyulan, Afrika’da sevilen, Asya’da idare edilen, Ortadoğu’da sevilmeyendir. Erdoğan’sa Ortadoğu’da hayranlık duyulan, Asya’da sevilen, Afrika’da idare edilen ve Avrupa’da sevilmeyendir.

15- MUHALEFET: Obama’nın ülkede iki, Kongre’de bir muhalif partisi vardır ama kök söktürürler. Erdoğan’ın ülkede yirmi küsür, Meclis’te 3 muhalif partisi vardır ama etkili değillerdir.

16- PARTİ İÇİ MUHALEFET: Obama’nın vekillerinin, eyaletleri için, Obama’yı harcama ihtimalleri yüksektir. Erdoğan’ınkilerin şehirleri için harcanmayı göze alma ihtimalleri düşüktür!

17- POLEMİK: Obama, muhalefetle kamuoyu önünde tartışmaz ama arka planda kuyusunu kazar. Erdoğan’a her yer Trabzon’dur!

18- OY ORANLARI: Obama’nın, muhalefete şiddeti arttıkça ve ses tonu yükseldikçe oyu azalır. Erdoğan’ın, muhalefete yüklendikçe, sesi sert çıktıkça oyu yükselir.

19- ZENGİNLER: ABD’de sermaye yelpazesi geniştir. En zenginlerle Obama arasında ilan edilmiş bir savaş yoksa da gizli bir mücadele vardır. Türkiye’de ise yelpaze dardır, savaş vardır ve açıktandır.

20- BÜROKRATLAR: Amerika’dakiler Obama’yı sevmez ama direnmezler. Onun için Başkan çoğunlukla by-pass yapmaz. Türkiye’dekiler de Erdoğan’ı sevmez ama direnirler, onun için de Başbakan çoğunlukla by-pass yapar.

21- ADAM SEÇİMİ: Obama, adam seçerken, liyakatine göre sıralayıp varsa kendine en sadakatlisini, Erdoğan’sa kendine sadakatine göre sıralayıp varsa en liyakatlisini seçer.

22- VEKİL: Obama, senatör ya da vekil seçiminde minimum söz sahibidir. Erdoğan ise maksimum… ABD’de vekiller, başkandan çok seçmenine bağlılık duyar. Türkiye’de öncelik tersinedir.

23- KANUN: Obama Beyaz Saray’da taslak hazırlatır, aylar sonra Kongre’den, aylar sonra da Senato’dan belki geçerse kanunlaşır. Erdoğan’ın hazırlattığı tasarı, bazen bir gecede kanun olur.

24- GÖREV DEĞİŞİKLİĞİ: Obama için sıralamada çok şey değişmeyecek: Senatör-Başkan-Senatör. Erdoğan içinse değişiklik büyük: Belediye Başkanı-Başbakan-Cumhurbaşkanı…

25- PARTİ: Obama’yı dün de bugün de yarın da partiden çekip alsanız, Demokrat Parti öylece kalır. Erdoğan’ı dün alsaydınız AK Parti olmazdı, bugün alsanız parti kalmaz, yarının cevabı ise bilinemez!

26- SEÇMEN SADAKATİ: Obama yeni parti kursa eski seçmeninin yüzde 5’i ya gelir ya gelmez. Erdoğan, yüzde 95’ini yanında götürür.

27- RİSK ALMA: Obama çoğunlukla risk almaz, Erdoğan çoğunlukla alır. Obama’nın alacağı riski devlet belirler, devletin alacağı riski Erdoğan belirler.

28- AÇIKLAMA: Obama’nın açıklamaları, olabildiğince geç, yavaş, muğlak, sığ, abartısız, tarafsız, temkinli, yumuşak, planlı ve koordinelidir. Erdoğan’ınkilerse alabildiğine erken, hızlı, açık, derin, abartılı, taraflı, dobra, sert, doğaçlama ve bireyseldir.

29- AÇIK KAPI: Obama hem dost hem de düşmanıyla ilişkilerinde, her an dönebilecek bir açık kapı mutlaka bırakır. Bu onun işini kolaylaştırır. Erdoğan’ın dostu dost, düşmanı düşmanıdır, geri dönecek açık kapı çoğunlukla yoktur. Bu, işini zorlaştırır.

30- HAYAT: Obama 52, Erdoğan 59 yaşındadır. İkisi de evlidir ve iki kızları vardır (Erdoğan’ın iki de oğlu var). İkisi de gençlik yıllarında aktif spor yaptı. Obama basketbol, Erdoğan’sa futbol oynadı. Obama hukuk, Erdoğan iktisat eğitimi aldı.

31- SİYASET: Obama’yı başkanlığa çıkaran rampa, bütün siyasi tecrübesini borçlu olduğu İllinois eyaletidir. Erdoğan’ı başbakanlığa taşıyan köprü ise aktif siyasetle tanıştığı İstanbul’dur. Obama, hukukçu ve akademisyenlikten, Erdoğan ise iktisatçı ve iş adamlığından siyasete geçti.

32- SEÇİM: Obama, 100 yıllık kadim bir partide, önce Hillary Clinton gibi eski başkan eşini, sonra da McCain gibi efsane gaziyi yendi. Tek rakip partiye karşı yüzde 51 oy aldı. Erdoğan’sa yeni partisini kendi kurdu, içlerinde başbakan çıkarmışlar dahil 20 partiye karşı yüzde 50 oy aldı.

33- SEYAHAT: Obama başkanlığı süresince, 42 farklı ülkeye toplam 61 ziyarette bulundu. Erdoğan’sa 81 farklı ülkeye toplam 234 seyahat gerçekleştirdi. Obama, Türkiye’ye bir kez, Erdoğan ABD’ye 14 kez gitti.

34- MESAİ: Obama, yurtiçinde birkaç, yurtdışında onlarca büyük sorunla uğraşır. Erdoğan’sa yurtiçinde onlarca, yurtdışında birkaç dev sorunla mücadele eder.

ÖZET: İkisi de olağanüstü ülkelerin olağandışı liderleridir ama bir olağanüstü farkla… Biri Amerikalı, diğeri Türk’tür.

AKSİYON DERGİSİ : Tayland’da Osmanlı mührü


Osmanlı İmparatorluğu’nun hilafet, güç ve adaletini simgeleyen nişan, Bangkok’taki asırlık ıssız camiye nereden, nasıl geldi?

Dünyanın diğer ucunda, ıssız bir caminin kapısında ‘Osmanlı Devlet Nişanı’nın serlevha yapıldığını görseniz ne hissedersiniz? Hele de söz konusu ülke Budist ise… Evvela ecdadın 9 bin kilometre doğudaki Tayland ile nasıl bir diyalog kurduğunu düşünüyorsunuz. Ardından Osmanlı Devlet Nişanı’nın asırlık camiye neden takıldığını…

Başkent Bangkok’un Chaloen Krung yolu üzerindeki Bangrak mahallesinde bulunan tarihi Bang Uthit Camii, bu ülkede yaşayan Türklerin buluşma mekânlarından. Ana kapısının üstünde, bugün dahi tüm cazibesiyle duran Osmanlı Nişanı gurbetçileri mest ediyor haliyle. İş, gezi vesilesiyle yolu Tayland’da düşen Türklerin de ziyaret rotalarından biri cami. Bangkok’un meşhur gece pazarı Asiatique’ye yürüme mesafesinde olması, alışveriş için bölgeye gelen davetsiz misafirlerini de artırıyor haliyle.

1915’te inşa edilen Bang Uthit Camii’nin mimarisi, uzun ahşap kapıları, ahşap mimber ve süslemeleri Anadolu kültürünü yansıtıyor. Mihrabın hemen üstünde bulunan yaldızlı ay-yıldız figürü mekândaki Osmanlı havasını güçlendiriyor. Dış avlu duvarına asılan panoda da caminin Osmanlı ile bağlantısı, serlevha nişanı hikâyesi anlatılıyor. Daha da ilginci aynı panoda caminin inşa edildiği döneme (1915) ait Osmanlı haritasına yer verilmesi… Harita eşliğinde Osmanlı İmparatorluğu’na dair bilgiler de sunuluyor. Camide karşılaştığımız bölge halkı Osmanlı bağını önemsediklerini, Türkiye’nin Bangkok Büyükelçisi Bülent Tulun başta olmak üzere ülkedeki Türk esnaf ve turistlerin ziyaretinden memnun olduklarını aktarıyor.

Medrese ve imareti de Aktif

Bir asırdır ezan sesinin hiç kesilmediği camideki Osmanlı izlerinin geçmişini Bang Uthit Cami Vakfı’nın Direktörü Mustafa Ongard’a soruyoruz. Nişanın caminin inşa edildiği ilk günden beri aynı yerde sergilendiğini, restorasyonlara rağmen özgün halinin korunduğunu aktarıyor: “Caminin ana kapısını süsleyen armanın Osmanlı nişanı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla dönemin halifeliğini de temsil ediyor. Zira o dönemde halifelik Osmanlı’daydı. Dolayısıyla amblem bizim için çok kıymetli, ilk günkü gibi orijinalliğini koruyor. Zarar görmemesi için de çaba gösteriyoruz.”

Bang Uthit Camii, yapısı itibariyle de Osmanlı medreselerini anımsatıyor. Dikdörtgen formundaki caminin yanı başındaki 3 katlı külliyede (medresede) 200 öğrenci eğitim görüyor. 15 öğretmenin çalıştığı eğitim kurumunda öğrencilerin yemek dâhil tüm ihtiyaçları karşılanıyor. Medresenin girişindeki imarette çıkan günlük karavanadan bölgedeki ihtiyaç sahipleri de nasipleniyor. Bang Uthit Camii’nde Ramazan daha bir coşkulu geçiyor. Semtteki Müslümanlar iftarlarını camide kılınan akşam namazına müteakip birlikte açıyor. Ramazan boyunca imarette hazırlanan iftar yemeklerinin masraflarını da varlıklı işadamları üstleniyor.

70 milyonluk ülkede yaklaşık 6 milyon (nüfusun yüzde 8’i) Müslüman yaşıyor. Siyam Krallığı’ndan bugüne ülkede hoşgörü ve huzur içinde yaşayan Müslümanların yaklaşık 4 bin kadar camisi bulunuyor. Sadece Başkent Bangkok’takilerinin sayısı 400 civarında. Bunlardan bir bölümünün Osmanlı mimarisinden esinlenerek inşa edildiği, aynen Bang Uthit Camii’ndeki gibi duvarlarında ‘Osmanlı Devlet Nişanı’ serlevhalarının bulunduğu ifade ediliyor. Onlardan biri de Darül Abidin Camii. Ancak buradaki serlevha aradan geçen yıllarda kaybolmuş. Keskin hatlarla Osmanlı’yı yansıtan minaresi ilk günkü gibi ayakta. Osmanlı’nın yanında Hint, İran, Malay kültürünü yansıtan Müslüman ibadethaneleri de var Tayland’da.

Kasem Bundit Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Adis İdris Raksamani, Kral VI. Rama döneminde (1800’ler) Taylandlı Müslümanların ibadethanelerini Osmanlı mimarisinden esinlenerek inşa ettiğini söylüyor. Türklerin 1813’te Mekke’yi yeniden fethetmeleriyle mimari tarzlarını bu kutsal bölgeye taşıdıklarını, oradan da Mekke’den ilham alan dünyanın diğer Müslüman coğrafyalarına yayıldığını hatırlatıyor.

Geçen asırda Türkiye ile Tayland ilişkileri donmuş olsa da öncesinde oldukça aktifti. Uzakdoğu Müslümanlarını ‘Halife’ sıfatıyla sahiplenen Sultan II. Abdülhamid Han, onların haklarını koruyup-gözetmek amacıyla bölge liderleriyle temas halindeydi. Bu bağlamda Tayland Kralı V. Chulalongkorn ile de hususi dostluk kurmuştu. Sık sık mektuplaşıp hediyeleşen liderler, bölgedeki gelişmelere dair fikir teatisinde bulunuyordu. O yıllarda hanedan üyeleri karşılıklı ziyaretler de düzenliyordu. Sıkı ilişkiler patlak veren I. Dünya Savaşı’yla kesildi.

Büyükelçi Tulun sahip çıktı

Thai-Türk İşadamları Derneği Kültür İşleri Başkanı Engin Yaşmun, Osmanlı-Tayland ilişkilerinin sıcak olduğu dönemde (1800-1900 arası) Tayland Müslümanlarının da her fırsatta Halife II. Abdülhamid’e bağlılıklarını bildirdiğini aktarıyor. Cuma hutbelerinde Sultan II. Abdülhamid zikredilip sağlığı için dua edildiğini ifade ediyor: “II. Abdülhamid Han dünya Müslümanlarını hilafeti altında toplamaya çalışıyordu. Tayland Müslümanları ile de temastaydı. Elçilerle hediyeler gönderip bir gözlerini İstanbul’a çeviriyordu. O dönemde İstanbul’dan gönderilen Devlet-i Alî Nişanı çoğaltılarak yeni inşa edilen camilerin girişine asılıyordu. Böylece İstanbul’a, halifeye bağlılıklarını ikrar etmiş oluyorlardı. Osmanlı’nın çöküşü ve hilafetin son bulmasıyla İstanbul’a uzanan bağlar koptu, Osmanlı unutuldu. Dolayısıyla Bang Uthit Camii’ndeki nişan Taylandlı Müslümanların yanında biz Türkler için de önemli, kıymetli bir miras.”

2012 yaz kararnamesi ile Bangkok’a atanan Büyükelçi Osman Bülent Tulun’un ilk ziyaret ettiği yerlerden biri Bang Uthit Camii olmuş. Cami ve külliyesinin şartlarını inceleyip notlar çıkarmış. Tulun, mekanın şartlarının iyileştirilmesi ve faaliyetlerine maddi destek için Ankara ile temasa geçeceğini söylüyor: “TİKA, Diyanet Vakfı gibi kurumlarımızla temasa geçip bu kıymetli mekâna yardım yapılmasını isteyeceğim. Türk turistlerin fazlaca tercih ettiği başkentlerden biri Bangkok. Ancak Bang Uthit Camii pek bilinmiyor. Farkındalık oluşturmaya dönük çalışmalarımız var. Büyükelçiliğimiz imkânları ölçüsünde kıymetli mekâna sahip çıkmaya çalışıyor.”

İranlıların ülkedeki eski mescitleri sahiplenmeye çalıştığı düşünüldüğünde Ankara’nın her yönüyle Osmanlı’yı temsil eden Bang Uthit Camii’ne sahip çıkması gerekiyor. Ziyaret eden Türklerin bıraktığı yardımlarla o mekân çok fazla ayakta tutulamaz.

NİŞANA SON HALİNİ II. ABDÜLHAMİD VERMİŞTİ

Osmanlı Devlet Nişanı, 19. yüzyılda Avrupa etkisiyle oluşturuldu. Öncesinde devlet işlerinde padişah tuğraları kullanıyordu. Nişana en son 1882’de Sultan II. Abdülhamid müdahale edip halifelik vurgusunu artırdı. Kırmızı zemin üzerine ay-yıldızlı bayrak Osmanoğlu’nu, yeşil zemindeki ay-yıldızlı bayrak ise halifeliği simgeliyor. Terazi adaleti, terazinin altındaki kitaplar adaletin beslendiği kanunnameler ile Kuran-ı Kerim’i temsil ediyor.

AKSİYON DERGİSİ /// Okyanusun Berisi – Pensilvanya’da ne oldu ?


Gezi Parkı gösterilerinin zirve yaptığı dönemde, ABD’de bir grup, Türkiye’dekinin bir benzeri olarak, internet üzerinden organize olarak, Fethullah Gülen’in yaşadığı yerde bir gösteri planladı.

Hazırladıkları dijital afiş ve sloganları, haftalarca e-mail, Facebook ve Twitter üzerinden onbinlerce insanla paylaştılar. Adnan Menderes’e karşı düzenlenen ‘5-5-5-K’ eylemi ve “5’inci ayın 5’i saat 5’te Kızılay’da” sloganının bir benzeri olarak, ‘13-13-13-P’ eylemi de “13 Temmuz 2013 saat 13’te Pensilvanya’da” sloganıyla Hocaefendi’yi hedef aldı ancak ‘13’ün uğursuzluğu’ mudur bilinmez, başarılı olamadı.

Gerçekleşmesinden bir hafta önce, internet ve yazılı basına da yansımasıyla, ABD’de yaşayan Türklerden gösteriyi duymayan kalmadı. ABD kanunlarındaki ifade özgürlüğü çerçevesinde, kişiler zarar görmeyecek ve şiddet olmayacaksa gösteri yapmak serbesttir. Bunları ifade etmemizin amacı, planlanan gösterinin oldukça geniş bir kitleye duyurulmasına ve kanunlara göre bir suç teşkil etmemesine rağmen katılımın 50-60 kişiden ibaret olmasına dikkat çekmek için. Video kayıtlarında organizatörlerin de bunu sık sık dile getirdiği duyuluyor ancak adresi bulamayanlar ve kaybolanların olduğu mazereti öne sürülüyor.

Hocaefendi’nin yaşadığı küçük kasaba, tek şeritli dar bir yol boyunca sıralanan bir-iki katlı evlerden oluştuğu, alışveriş merkezlerinden, sosyal alanlardan oldukça uzakta bulunduğu için, gösteri için gelenlerin arabalarını park edecekleri bir yer, ellerinde pankartlarla yürüyecekleri bir patika bile yoktu. Göstericilerin video kayıtlarında, bu gerçek, “Tek şeritli ve yaya yolsuz sokakta trafiği engellediği ve hayati tehlike oluşturduğu için, polisin ‘haklı olarak’ kendilerini bölgeden uzaklaştırdığı ve 8 kilometre ötede başka bir mekan gösterdiği” şeklinde ifade ediliyor.

Türk kampının komşuları olan Amerikalı ev sahipleri gibi yakındaki bir kilise de araba park yerlerini kapattı. Göstericiler bunu Amerikalıların tehdit edildikleri şeklinde sunsa da bu bir gerçeği ifade etmiyor. Zira bilen bilir, tehdit edilen bir ABD’li bunu sineye çekmez, soluğu karakolda alır. Gerçek ise şu: Bu insanlar yıllardır vefa gördükleri, Ramazanlarda yemeklerini paylaştıkları komşularını gönülden desteklemenin ötesinde, yaşadıkları sakin ve sessiz mahallelerinde bir huzursuzluk yaşamak istemediler ve güvenlik güçlerinin yönlendirmesiyle hareket ettiler.

Göstericiler, Türk kampının önünde değil durmak, geçerken korna bile çalamadılar. İddia edilenin aksine orada, pankartlı yürüyüşlü bir gösteri hiç olmadı. Görüntü ve resimler, beş mil ötedeki minik bir parkta, en çok 60 kişilik bir grubun, iki-üç polisten başka bir Amerikalının dahi olmadığı ortamdaki eyleme ait. Bu video kayıtlarında, göstericilerin kendi aralarında tartıştıkları, organizatörün grubu yönlendirmede zorlandığı, bir kere de “Ben yokum” dediği dikkat çekiyor. Velhasıl bunun oldukça kasılan, gerilen, zorlama bir gösteri olduğu yapanlarca da kabul edilen bir gerçek.

Değil altmış, altı kişi de olsa, bir fikri ifade ediyorsa insanları ve eylemlerini küçümsemek yakışıksızdır. Ancak, ta en başta hazırlanan afişteki “yılanlı, kapıya dayanmalı, mat etmeli” ifadeler, bir fikirden öte hakaretin ve saldırganlığın işaretleriydi. Buna rağmen Hocaefendi’den gelen mesaj oldukça insancıldı: “Buyursunlar, çayımızı içsinler!” Fakat cevap da bir o kadar orantısız oldu!

Göstericilerin attıkları sloganlar ve taşıdıkları afişler, düşünce ifade etmenin, insani değerlerin çok altındaydı. Mahalle takımı taraftarlarına bile yakışmayacak pespayelikteydi. ABD’deki Türk tablosuna uymuyor, elit Türk imaj ve kalitesini yansıtmıyordu.

Her şeyin ötesinde, Gezi Parkı gösterilerinin devamı olarak düşünülen bu eylemin mantığı da yoktu. Zira Fethullah Gülen, “Gezi Parkı eylemcilerinin dinlenmesi gerektiğini, aşırı karşılık verilmemesi gerektiğini ifade etmiş bir insandı.” Bu gerçeği dile getiren ve Gülen’den çok göstericilere yakın bir isim olan Oray Eğin’in ‘zamansız ve zeka barındırmayan, protesto tarihinin en büyük laikçi fiyaskosu ve alay konusu’ olarak tanımladığı gösteriyi anlatmak için başka cümlelere ihtiyaç olmasa gerek.

Amacımız, hedefi ve sonucu tartışılsa da bir düşünce ve idealle kilometrelerce yol almış insanlara hakaret etmek değil kesinlikle. Sadece yapılan yanlışları dile getiriyoruz. Göstericilerin ‘ulusalcılık’ iddiaları ile video kayıtlarında görülen, ellerinde salladıkları Amerikan bayrakları, gururla tekrar ettikleri Amerikan vatandaşlıklarının tuhaf tezatlığına dikkat çekiyoruz. ABD polisine gösterdikleri itaat, saygı ve hürmetin onda birini, kendi vatandaşlarına gösterselerdi böyle eyleme hiç gerek olmayacağını ifade ediyoruz.

Biz üslubumuzu ne kadar koruyamamış olsak da, medeni ‘çay daveti’ reddedilen, eylemin ve yakışıksız sloganların hedefi olan Fethulah Gülen’in olaya yaklaşımı ne denli farklı: “İnsan, tanımadığına düşmanlık eder, hata bizde ki bugüne kadar onlara kendimizi tanıtamamışız.”

TÜRK VE AMERİKAN POLİSİ ARASINDAKİ 14 FARK

Pensilvanya’daki göstericilerin polisle olan ilişkileri Türkiye’dekinden oldukça farklıydı. Biz de buradan hareketle, Türk ve ABD polisini kıyaslayalım dedik, umarız beğenirsiniz.

1-ATMA: Göstericiler; Türk polisi olunca taş, ABD polisi olunca 3.5 atar!

2- DİRENME: Türk polisi ile karşılaşan Türkün aklında “nasıl direnebilirim” fikri vardır. Bu, ABD polisi ile karşılaşanların aklından bile geçmez.

3- KONUM: Türk polisi fakirdir, zor geçinir, hor görülür. ABD polisi zengindir, iyi maaş alır, itibarlıdır.

4- KORKU: Türk polisi, torpilli vatandaştan, sıralı müdürlerden, savcıdan, validen, vekilden, bakandan korkar. ABD polisi sadece şeriften korkar.

5- TRAFİK: Türk polisi suç işleyen yukarıdaki zevatı, eş ve çocuklarını durdurursa gözünün yaşına bakmaz harcarlar. ABD polisi trafik suçu işleyen başkanın kızını da senatörü de durdurur, gözünün yaşına bakmaz.

6- CEZA: Türk polisi yazdığı cezanın tuttuğu raporun değiştirileceğini bilir. ABD polisinin yazdığı cezayı başkan bile iptal edemez. Sadece hâkim değiştirebilir.

7- TAVIR: Türk polisi hadiseyi koklar, yorumlar, çözer ya da döver. ABD polisi rapor tutar, ceza yazar, tutuklar ya da vurur.

8- MERHAMET: Amerikalı, polisten merhamet beklemez. Türklerse “kalbinde merhamet adlı bir çınarın” varlığından emindir.

9- VATANDAŞ: Amerikalılar daha çok polisten korkar, Türklerse daha çok Allah’tan.

10- YAŞ: Türk polislerin yaşı gençleştikçe, ABD’li polislerin yaşı yükseldikçe kalitesi artar.

11- STANDART: Türk polisinden aşırı iyi ve aşırı kötüsü çıkabilir, ABD polisinden hiç çıkmaz, hepsi standart kötüdür!

12- TECRÜBE: Türk polisinin bir yılda yaşadığı “tecrübeyi”, ABD polisi ömründe yaşamaz.

13- İNİSİYATİF: Türk polisi acil durumda istisnasız inisiyatif kullanır, ABD polisi istisnasız silah kullanır.

14- BAKIŞ FARKI: Türk polisi gözlerinin içine bakar, ABD polisi eline ve ayağına bakar.

ÖZET: Türk polisi eksiği ve fazlası olan insandır, Amerikan polisi eksiği ve fazlası olmayan androiddir.

GEZİ PARKI NOTLARI /// AKSİYON DERGİSİ : Taksim yanarken tonlarca suyu depoda tutmuşlar


Gezi Parkı olayları giderek alevlenirken gerçekleşen hukuki ayrıntıların neredeyse bir ay boyunca gölgelenmesi hiç de ‘idare’ edilecek cinsten değil.

Herkesin parka yapılacak Topçu Kışlası’na odaklandığı sıralarda İstanbul 1’inci İdare Mahkemesi 6 Haziran 2013’te tartışmaları kökten donduracak bir karara imza atmış meğerse. “Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi’ni” iptal etmiş. Gezi Parkı, çalışmanın ufak bir parçası sadece… 6’ncı İdare Mahkemesi de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Topçu Kışlası’nın yeniden inşası yönündeki itirazını geri çevirirken 1’inci İdare’nin kararını şerh düşmüş zaten.

Taksim’i yayalaştıracak proje dahilindeki 1/1000 ve 1/5000 ölçekli planlara dava açan Mimarlar Odası elbette ki 6 Haziran tarihli karardan haberdar. Ancak kamuoyuyla paylaşılmıyor bu bilgi. “Gizleniyor da denebilir mi?” sorusunu cevaplamayı siz okurlara bırakıyoruz. Odanın avukatı Can Atalay, “Kararı (Zaman Gazetesi, 3 Temmuz) 23 gündür biliyoruz ancak gerekçeli kararı görmediğimiz için bir şey söylemedik. Kararın gerekçesini bilmediğimiz durumda ‘Mahkeme şu kararı vermiştir’ diye çıkıp söylemek oradaki hâkimlere ayıp olur.” diye savunuyor durdukları pozisyonu. Etik davranma örneği sergilemişler!

Bir kere daha vurgulayalım ki, 1’inci İdare’nin 6 Haziran’daki iptal hükmü, Taksim’deki yayalaştırmayı, battı-çıktıyı, Gezi Parkı’nı ve Topçu Kışlası’nı kapsıyor. Olayı açığa çıkaran muhabir haliyle merak ediyor. Gerginlik tırmandığında mevzu basına çıtlatılamaz mıydı? “Bu sorunun muhatabı mahkemedir. Biz değiliz.” diyor, Atalay. Kararın, gerekçesiyle bir anlam kazandığını söylüyor: “Hâkimin imzasından çıkmadan ben o kararla ilgili yorum yapmam, kararı elime almışım gibi davranmam.” Mimarlar Odası boyutu aynen okuduğunuz gibi. Peki davalı tarafın avukatları niçin suskun kaldılar? Tamamen bihaber miydiler? Karara vâkıflarsa neden insanları bilgilendirmediler?

AKSİYON DERGİSİ : Madımak provokatörlerini kim korudu ?


Şakir Şeker’e göre Sivas olaylarını dışarıdan gelen kişiler başlattı.

2 Temmuz 1993’te meydana gelen, 33 kişinin yanarak öldüğü Sivas-Madımak Oteli olaylarının 20’nci yılında söylenenler, Türkiye’nin geçen sürede ne kadar yol katedebildiğini işaretliyor.

Hâlâ tezgahın nasıl gerçekleştiğinde hemfikir değil taraflar. Fotoğraflar Başbağlar katliamındakilerle yan yana konulduğunda objektiflik yakalanamıyor. Daha da garibi, devletin arşivine ulaşılamıyor. 1993’ün sabıkalarından yalnızca ikisi Madımak ve ikizi Başbağlar. Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın ölümleri ve diğer derin vakıalarla mevcut irtibatın kesinleşmesi istenmiyor. Ucunun varacağı kimseler direniyor. Şakir Şeker, Adalet Bakanlığı koltuğunda oturmuş bir isim.

20 yıl evvel Sivas’ta ANAP İl Başkanı idi. Zaman muhabiri Serkan Sağlam’a o günlerde ortalığı karıştırdığına inandığı bir gruptan bahsediyor. Aziz Nesin’in hedef gösterildiğini ve 1 Temmuz’da ‘Müslüman Sivaslılar’ başlıklı bildiri dağıtıldığını söylüyor. Paşa Camii önündeki tuhaflıklara dikkatleri çekiyor: “Cemaat camiden çıkıyor. 20-25 kişilik bir grup cami önüne geliyor bu sırada. Ama bunlar camiden çıkmıyor.

Ellerinde Amerika aleyhinde bez bir afiş var. Biri Amerikan bayrağını yakıyor. Biri de yüksek bir yere çıkmış konuşuyor. Vilayete ilk yürüyen de bu grup. Kalabalık 4-5 bin kişi olunca hepsi ortadan kaybolmuş. Yani işi bitirince kaçıp gitmişler.” Şeker’e göre provokasyonu kesinlikle bu grup yürüttü. Fotoğraflarını mahkemeye vermiş ancak takibat yapılmamış: “Resimler çok net. Ben Sivaslıyım. Bu 20-25 kişilik grubu hiç görmedim, tanımıyorum. Büyük bir ihtimalle dışarıdan geldiler.

AKSİYON DERGİSİ : TSK’nın genleri ile böyle oynandı !


27 Mayıs 1960 darbesinde görev almış Yüksek Komuta Akademisi’ndeki bazı subaylar, okula devam etmedikleri ve sınavlara girmedikleri halde mezun sayıldı.

27 Mayıs 1960’taki darbe Türk Silahlı Kuvvet-leri’nde (TSK) büyük bir tasfiyeye sebep oldu. 235’i general 5 binin üzerinde subay re’sen emekli edildi. Darbeye destek vermeyen Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun idamla yargılandı, rütbeleri söküldü. Ortaya çıkan yeni belgeler ise 27 Mayıs’ta görev alan subayların önünün açıldığını gösteriyor. Akademiye gelmedikleri halde emirle mezun sayılan, iyi derece ile diplomaları tanzim edilen subayların listesine ulaştık.

1950’den itibaren İstanbul ve Ankara’da kurulan cuntaların içinde yüzbaşıdan albaya düşük rütbeli subaylar bulunuyordu. Darbeden sonra bu subaylar, darbe planını icra etti. DP’lilerin tutuklanması, Harp Okulu’na götürülmesi, sorgulanması ve yargılanması süreçlerinde görev aldılar. Yüksek Kumanda Akademisi’ne giden subaylar, 27 Mayıs sonrası ise adeta ödüllendirildiler. Okula uğramadıkları halde ‘iyi derece’ ile okulu bitirmiş kabul edildiler. Tez yazmadıkları halde tez vermiş sayıldılar. Daha sonraki dönemlerde önemli kademelere ve görevlere getirildiler.

İşte 27 Mayısçıların TSK’nın dokusunu nasıl değiştirdiğini gösteren, Cumhurbaşkanlığı Arşivleri’nden çıkan o keyfî kararlar ve subayların listeleri:

Karar 18: 27 Mayıs 1960 inkılap hareketi dolayısı ile Yüksek Kumanda Akademisi XI. dönem tedrisatına katılan ekte adları yazılı kurmay subaylar 27 Mayıs 1960 günü İstanbul’da muhtelif devlet hizmetlerinde vazife almak suretiyle akademiden ayrılmışlar ve E.U.Rs’nin 29 Mayıs 1960 gün ve OPS 3920-160 sayılı emirleri gereğince Yüksek Kumanda Akademisi’nden mezun olmuşlardır.

Bu subayların 15 Mart-27 Mayıs 1960 tarihleri arasındaki bayram ve tatil günleri hariç 50 tedris günü zarfında gerek imtihanlar ve gerekse kumandanlar ve öğretmenlerle ayrı ayrı verilmesi gereken kanaat notları ve başarı dereceleri, talimat gereğince takdir ve düzenlenerek verilmiştir.

Bu olağanüstü durum göz önüne alınarak bu devreye katılan bütün kurmay subayların seyyanen İYİ DERECE ile diplomalarının tanzimine yüksek kumanda akademisinin Tümgeneral Şinasi ERDOK başkanlığında 4 Temmuz 1960 günü saat 09.00’da toplanmış bulunan öğretmenler kurulu tarafından MÜTTEFİKAN karar verilmiştir.

Rüştü Erdelhun, Genelkurmay Başkanı rütbesi sökülerek, idamla yargılandı.

Yüksek Kumanda Akademisi XI. Dönem tedrisatını iyi derece ile bitiren kurmay subayların listesinde cuntacıların da aralarında olduğu 79 isim bulunuyor. Bazıları şöyle: Topçu Kur. Alb. Galip Ergüder, Topçu Kur. Yb. Orhan Kabibay (Dündar Seylan’la birlikte Tuzla Piyade Okulu’nda ilk cuntayı kuran subaylardan. MBK üyesi oldu. CHP’den milletvekili seçildi.), Hava Kur. Yb. Agasi Şen, Hava Kur. Yb. İrfan Özaydınlı (12 Mart 1971 muhtırası sırasında Eskişehir sıkıyönetim komutanı, CHP Balıkesir milletvekili, 12 Eylül öncesi Kahramanmaraş olayları sırasında içişleri bakanı), Piyade Kur Kd. Bnb. Galip Erdi, Hava Kur. Kd. Bnb. Samim Sırdaş, Piyade Kur. Kd. Bnb. Faik Kayacan.

Tez vermeden vermiş sayılanlar

Genelkurmay Başkanlığı’nın 11 Mayıs 1961 ve Ops. 1804-5-2/ Ok. Krs. emirleriyle tez verilenler.

Karar 19: Yüksek Komuta Akademisi’ne katılmadan tez alan 36 kara, 6 deniz ve 11 hava kurmay subaydan bazıları şunlar: Naci Dikmen, İhsan Salcıoğlu, Kazım Özfırat (Piyade kurmay binbaşı, 1957’de DP’ye darbe hazırlığı yaptığı iddiası ile tutuklanan 9 subaydan biriydi), İbrahim Tiryakioğlu, Talat Turhan, Kemal Turan, İsmail Ülkü, Mustafa Ok (Topçu kurmay binbaşı, 27 Mayıs’tan sonraki ilk darbe girişiminde birlikte hareket ettiği Talat Aydemir’le birlikte idamla yargılandı, CHP Manisa milletvekili seçildi. Ecevit hükümetinde köy işleri bakanı olarak görev yaptı), Burhanettin Bigalı (Topçu kurmay binbaşı, 12 Eylül 1980 sonrası MİT Müsteşarlığı yaptı. 1988’de Jandarma genel komutanı oldu. Ergenekon sanığı Arif Doğan, JİTEM’in kurulma talimatını Bigalı’nın verdiğini söyledi), Nejat Serim, Fuat Başol, Nejat Düvencioğlu, (Hava kurmay binbaşı, 1991’den sonra kurulan ve 12 Mart 1971’de tasfiye edilen Madanoğlu cuntası içinde yer aldı), Tahsin Şahinkaya (Hava kurmay yarbay, 12 Eylül 1980 darbesinin hava kuvvetleri komutanıydı. Milli Güvenlik Konseyi üyesi oldu. 12 Eylül davasında Kenan Evren’le birlikte yargılanıyor), Selahattin Çetiner, (Topçu kurmay yarbay, 27 Mayıs öncesi DP’yi eleştiren bir mektuptan dolayı ordudan atıldı.

Darbeden hemen sonra Cemal Gürsel’in özel bir yazısı ile orduya döndü. Korgeneral rütbesine kadar yükseldi. 12 Eylül 1980 darbe hükümetinde içişleri bakanı olarak görev yaptı), Turan Çağlar, (Hava kurmay yarbay, 27 Mayıs’tan sonra İstanbul Radyo Müdürlüğüne getirildi. 1983’te CIA ajanı olduğu iddiası ile tutuklandı), Emanullah Çelebi, (Hava kurmay binbaşı, Millî Birlik Komitesi üyesi), Vehbi Ersü (Süvari kurmay yüzbaşı, Millî Birlik Komitesi üyesi), Mehmet Özgüneş (Topçu kurmay binbaşı, Millî Birlik Komitesi üyesi, 12 Mart’tan sonra Nihat Erim, 12 Eylül 1980’den sonra Bülent Ulusu darbe hükümetlerinde devlet bakanlığı yaptı), Ali Elverdi (Topçu kurmay binbaşı, 12 Mart’ta Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkeme Başkanlığı yaptı, 1975’te AP’den milletvekili seçildi).

Harp Akademileri Komutanlığı 1961-62 ders yılı Yüksek Komuta Akademisi XII. dönem ‘Çok iyi derece’de başarı gösterenler: Tufan Akkoç, Bülent Türker, Kemal Yamak (Topçu kurmay binbaşı, 1971’den sonra tuğgeneral oldu. Özel Harp Dairesi Başkanlığı yaptı. 1981-84 arası Diyarbakır sıkıyönetim komutanıydı. Turgut Özal, Çankaya’da görevi başında öldüğünde cumhurbaşkanlığı genel sekreteriydi. Aynı gün bu görevinden istifa etti), Bülent Özcan, Abdulvahit Erdoğan, Bülent Tarkan, Şükrü İldem, Orhan Coşkun.

27 Mayıs’ta görev alan pek çok subay ve subay adayı daha sonraki dönemlerde adını duyurdu. Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa eden Işık Koşener Yassıaada’da görev yaptı. İsmail Hakkı Karadayı, 60 öncesinde Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşüne katılmıştı. İstanbul Temsil Bürosu’nda görevliydi. İlker Başbuğ, 1962’de 22 Şubat darbe girişiminde aktif rol oynayan Kara Harp Okulu subay sınıfının içindeydi. Teoman Koman, işkenceleri ile ünlü Yassıada Komutanı’nın sağ koluydu. İşkencelerde bulundu. Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çetin Doğan, Çevik Bir, Tuncer Kılınç, Yaşar Büyükanıt, Fevzi Türkeri, İlhami Erdil ve Doğu Aktulga için de 27 Mayıs darbesi adeta bir staj oldu.

AKSİYON DERGİSİ : Okyanusun Berisi – ‘AMERİKA’ VE ‘İSLAM’


Başka hangi “iki kelime” böylesine tezat ve karmaşık ama bir o kadar da çekici gelebilir? ABD’nin; tarihinden coğrafyasına, ekonomisinden kültürüne, siyasi ve askerî yapılanmasından sosyal hayatına kadar her alanda, İslam’la ilişkileri var.

Bu ilişkilerin irdelenmesi, Amerika’yı ve İslam’la ilişkilerini anlamayı kolaylaştırabilir. Sosyolojik ya da tarihî bir araştırma olmasa da akil bir bakış açısıyla, İslam’ın Amerika’daki gelişme sürecini altı ana dalgada ele alabileceğimizi düşünüyorum.

İLK DALGA: Amerika’nın, 1492’de Kristof Kolomb’un keşfinden üç asır önce, Endülüslü Müslüman gemiciler tarafından bulunduğu ve “Mulanpi” şeklinde anıldığı, 12. yüzyılda yazılmış tarih kitaplarında ve Çin tarihî kaynaklarında zikrediliyor. Afrika’daki İslami krallıkların desteğiyle yeni kıt’aya ulaşan Müslüman gezginlerin, Misisipi nehri kanalıyla Amerika içlerine kadar gittikleri de rivayetler içinde.

Kolomb’un, Müslümanlarca yazılan bir kitabın rehberliğinde yeni dünyaya ulaştığı, gemisine iki Müslüman denizciyi aldığı, kıyıları gezerken bir cami ile karşılaştığı söyleniyor. Osmanlı denizcisi Piri Reis’in Amerika’nın batı kıyılarını ayrıntıları ile gösteren haritası gizemini hâlâ korumaktadır. Endülüs devletinin yıkılması sonrasında, çok sayıda Müslümanın Kuzey ve Güney Amerika’ya göç ettiği de tarihte yer alır.

PRANGALI DALGA: Amerika’nın İslam’la ilk resmî tanışıklığının, Afrika’dan getirilen köle Müslümanlarla olduğu kesin. Bu büyük dalgada, milyonlarca kölenin yaklaşık dörtte birini oluşturan Müslümanlardan çoğunun dinini yaşama şansı hiç olmazken, küçük bir kısmı bu azim ve kararlılığı göstererek, din ve vicdan özgürlüğü vaad eden bu yeni dünyanın temelinde yerlerini aldılar.

MECBURİ GÖÇ DALGASI: Dünya savaşları öncesinde en belirgin dalgayı, Osmanlı’nın gücünü yitirdiği süreçte, Balkanlar, Ortadoğu, Asya ve Afrika’dan gelen yüzbinlerce Müslümanın yeni dünyaya mecburi göçü teşkil ediyor. Bu insanların çoğu Amerika’yı “gurbet” gözüyle gördü. Kalmak değil dönmek için gelmişlerdi ancak ülkelerinde süren savaş ve yokluktan dolayı gurbetleri vatanları oldu.

GÖNÜLLÜ GÖÇ DALGASI: Dünya savaşları sonrasında, Amerika’nın süper güç olarak ortaya çıkması ve cazibe merkezi haline gelmesi, bütün dünya halkları gibi Müslümanların da ABD’ye göçlerine sebep oldu. Yine bu dönemde, Ortadoğu’daki kargaşadan, Asya’daki baskılardan kaçanların adresi de Amerika’ydı. 11 Eylül’den sonra hızı yavaşlamış olsa da her yıl binlerce Müslüman, halen, yeni ve refah bir hayat arayışı ile Amerika’ya gelmenin yollarını araştırıyor. Bu göçmenler dönmek değil kalmak için geliyorlar.

HİZMET DALGASI: 28 Şubat süreciyle başlayan şubat soğuğu, haziran fırtınasına dönüşünce, stratejik sebepler, sağlık gerekleri ile birleşti ve Hocaefendi’yi Amerika’ya uçurdu. Yaklaşık 14 yıldır ABD’de bulunan Hocaefendi’nin varlığı, hizmet hareketinin ilgisini Amerika’ya yöneltti. Yıllar içinde, iyi eğitimli gençler ve ufku açık yatırımcılar ABD’ye aktı. Bunların birleşmesi, okullar, dernekler, fuarlar, seminerler, konferanslar demekti. Aynı dönemde, Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin talebeleri başta olmak üzere diğer İslami cemaatlerin ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da ABD’ye açılımlar yapması pozitif sonuçlar doğurdu. 11 Eylül dramasından Irak ve Afganistan savaşına, El-Kaide terörü ve bombalı saldırılardan, radikal İslam anlayışlarına kadar, Amerikan halkının Müslümanlar hakkındaki negatif bakışlarının zirveye çıktığı tam böyle bir dönemde, İslam’ı, sevgi, hoşgörü ve barış diliyle temsil eden hizmetin ABD’de bulunması kader denk noktası olmalıydı.

İÇ DALGA: Bu dalga, yukarıdaki bütün dalgaların okyanusun dibinde oluşturduğu bir derin dalgadır. Göçmen değil bu ülkenin evladı olarak Müslüman doğan ya da sonradan Müslüman olmayı tercih eden Amerikalılardan oluşur. Onlar, bu “özgürlükler ülkesi”nin pervasız ortamında neş’et ettikleri için çoğumuzun iliklerine dek işlemiş ön yargılardan, anlamsız korkulardan asudedir. Dinini yaşama ve ifade etme serbestisinin Amerikan Anayasası ve kanunlarındaki karşılığını, bu ülkenin dini özgürlüğünü arayan insanlarca kurulduğunu ve devlet tarafından bile kısıtlanamayacağını çok iyi bilirler. Fakat dikkat! Yanlış bir zemindeyse, bu pervasızlık, iyi ve güzel göründüğü kadar tehlikeli de olabilir, özellikle sonradan Müslüman olan Amerikalılar için. Nasıl mı? Yandaki yazıda cevabını bulacaksınız.

NEDEN ÖNCE MÜSLÜMAN SONRA DA RADİKAL OLUYORLAR?

Amerikalı komşum bir gün şunu sordu: “Müslümanlar ibadet ederken ve Tanrı’dan bir şey isterken imamı aracı yapıyorlar mı?” “Hayır” dedim, “herkes kendisi ibadetini yapar ve dileğini de kendisi iletir, bir aracıya ihtiyaç yoktur.” Çok hoşuna gitti ve şunları söyledi: “Bir gün Müslüman olursam, işte bunun için olacağım!” Sonra da geçen pazar günü kilisede papazıyla tartıştığını anlattı.

Amerika’da her yıl on binlerce Amerikalı İslam’ı seçiyor. 11 Eylül saldırısı ve aleyhteki sayısız beyanat ve yayından sonra bile İslam’ı seçen Amerikalıların sayısındaki artış çok daha dikkat çekici. Peki, Amerikalılar neden Müslüman oluyorlar?

İçlerinde; papazına kızarak, yeni bir heyecan arayarak ya da hapse düşerek İslam’a ulaşanlar olduğu gibi, rüya görerek, Kur’an tercümesi okuyarak Müslüman olanlar da nadiren vardır ancak Amerikalıların İslam’ı tercih etmelerinin birinci sebebi tanıştıkları samimi bir Müslümandan etkilenmeleridir. Yüzde doksana ulaşan bu oranı, görüştüğüm ve hikâyelerini okuduğum belki yüzlerce Amerikalı Müslümanın ifadesine dayanarak söylüyorum.

İslam’ı seçen Amerikalılardan ibadet ve derin anlayışı ile benim gibi sıradan Müslümanları gerilerde bırakanlar az değildir. Ancak onları bekleyen iki büyük tehlikeden birisi başladıkları noktada kalmalarıysa daha büyük tehlike de aşırıya gitmeleridir. Müslüman olan Amerikalıların temel benzerliği, bulundukları duyarsız toplum ve çıkarcı sisteme olan tepkileridir ki bu tepki onları arayışa yöneltmiştir. Özellikle İslam’la tanışmalarını takip eden ilk dönemde, içinden çıktığı ya da kaçtığı eski sistem ve topluma nefret besleme ihtimalleri vardır. Müslümanlarla beraber bir barış ve huzur ortamında bulunmayan ya da ehil bir Müslümanla teması olmayanların hata yapma riski çok daha yüksektir.

Yeni bir şehirde yeni bir arabayla yeni trafik kurallarına uymak ne kadar zor ve kaza yapma riski ne kadar yüksekse yeni Müslüman olan bir Amerikalının da hata yapması, radikalizme kayması bir o kadar mümkündür. Müslüman doğsa da şuurlu olmayan, ibadetini aksatan ancak sonradan bir cemaate katılarak dinini samimane yaşamak isteyen insanların ilk günlerdeki heyecanının belki on katını yaşıyor onlar. Yanlış yorumladıkları cihat ayetleri ve şehit hadisleri yüreklerini hoplatıyor.

Amerikan istihbarat kuruluşlarının “homegrown radicals” adını verdiği, ABD’de doğup büyüyen radikal Amerikalı Müslümanlar işte bu grubu teşkil ediyor. El Kaide gibi aşırı grupların, onların saf ve samimi inançlarını kötü amaçlarına alet etmesinin maalesef çokça örnekleri var. İnternet ortamı bu riski daha da büyütüyor. Yeni Müslüman olmuş Amerikalıların özellikle ilk yıllarda ciddiyetle ele alınması, samimi ve makul Müslümanlarla irtibat kurdurulması, radikal grupların etkisinden korunması işte bunun için büyük önem taşıyor. İslam’ı hakiki manasıyla temsil edenlere büyük görevler düşüyor.

Yeni Müslümanların heyecanlarının sebep olduğu kayıplar Efendimiz döneminde bile yaşanan acı gerçeklerdir. Efendimiz Medine’de kalıp savunma harbi yapmak istemesine rağmen, Bedir harbine katılamayan yeni ve genç sahabelerin heyecanlı ısrarı ile Uhud’a çıkılmış ve ağır bir fatura ödenmiştir.

İslam’ın ABD’de yayılmasını engelleme gibi bir hedefleri olamayacağına göre, ABD devlet kurumlarının bu potansiyel probleme bir çözüm arayışı mutlaka olmalıdır. Bu yolun, Müslümanları fişlemek ya da takip etmek olmadığı açıktır. Başkan Obama gibi eski başkan Bush’un da sıkça vurgu yaptığı, “barış dini”nin gerçek temsilcileri olan ve İslam’ın parlayan yüzüne gölge düşürmeleri sebebiyle radikallerden en çok kendileri rahatsız olan samimi Müslümanlarla ortak çalışmaları akla en yatkın yoldur.

AKSİYON DERGİSİ : Alevi sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez


Milletvekili kimliği ile açılımlarda önemli rol üstlenen Reha Çamuroğlu, bürokrasinin sanılandan güçlü çıktığına işaret ediyor. “Aleviler arasında müşteri arayan örgütlere rağmen şiddete bulaşılmadı.” diyor.

Alevi kesiminin en önemli kanaat önderlerinden biri Reha Çamuroğlu. Birçok Alevi’nin yapamadığını yaptı, hem de kariyeri açısından büyük bir risk alarak AK Parti’de siyasete soyundu. 2009 yılında gerçekleşen Alevi Çalıştayı’nın en önemli mimarlarından biriydi. Büyük umutlarla çıktıkları açılım yolu yerini karamsarlığa bırakmış görünüyor. Çamuroğlu er ya da geç Alevilik meselesinin demokrasi içerisinde çözüleceğini ama en azından şimdilik siyasi iradenin devlet bürokrasisine yenildiğini kaydediyor. “Zannediyorum bürokrasi zannedilenden güçlü çıktı.” diyen Çamuroğlu, “Hizmet Hareketi en başından itibaren açılım konusunda kararlı, net ve demokrat bir tavır içinde oldu. Bunu söylemek boynumun borcu.” diyor.

-Her şeyden önce 2009 yılında başlayan Alevi açılımının hasar tespit raporunu çıkarsak?

Türkiye uzun süredir dış politikasında mezhep dengelerini gözetmeyi yitirdi. Diyanet İşleri’nin eski başkanı Sayın Ali Bardakoğlu açılımın en başında “Cemevleri ibadethane değildir ve olamaz.” diye bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı kendisi ile yaptığımız 2,5 saat süren bir toplantıdan sonra yaptı. O toplantıda kendisinden şu ricada bulunmuştum: Ben sizden Sünni bir kurumun başında bir din adamı olarak cemevleri ibadethanedir demenizi beklemiyorum. Bu sizin kendinizi inkârdır. Yani nasıl papaya Protestanlığı hak mezhep olarak kabul ettiremezseniz bu da sizin itikadınızın özüne aykırıdır. Hiç olmazsa aleyhte bir açıklama yapmayın. Yani ibadethane değildir demeyin; çünkü biz bir politika sürdürüyoruz. Bir açılım içerisindeyiz. Görüşmeden çıkıp Mekke’ye gitti hac için. Ve bu açıklamayı orada yaptı.

-Aslında açılım yoluna girilirken direnç noktalarının olduğu biliniyordu?

Fakat benim kanaatim bu direnç noktaları zannedilenden çok daha güçlü çıkmıştır. Yani Suudi Arabistan bu süreçte zannediyorum kamuoyunun bildiğinden çok daha büyük rol oynamıştır.

-Suudi Arabistan Vehhabi’dir. Türkiye’ye akıl hocalığı yapacak gücü var mı sizce?

Ben şu kadarını söylemekle yetineyim. Türkiye’de bir Suudi Arabistan ve Katar var. Onların etki alanı sadece ülkeleri değil. Onları çok makbul insanlar olarak takdim ettiğiniz takdirde ve onlarla birlikte Suriye’deki birtakım terörist gruplara kol kanat gerdiğiniz zaman sizin inanılırlığınız erozyona uğruyor. Açılım meselesine çok farklı bir noktadan yaklaşıyorum. Sonuçta uluslararası bir boyut ortaya çıktı. Yani Alevi açılımının önünde sadece ve sadece ulusal engeller olduğu kanaatinde değilim.

-Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Bakın Mümtaz’er Türköne Alevi açılımının en hareketli günlerinde bir yazısında ‘Alevi sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez’ dedi. Aradım, tebrik ettim. Bunun ne kadar önemli bir problem olduğu önümüzdeki aylarda görülecektir.

-Bunu PKK içindeki Alevi Kürtleri kastederek mi söylüyorsunuz?

Ayrıntıya hiç girmeyeyim. Ama diyorum ki; Alevi sorununun çözülmesi çok kolaydır. Ne toprak isteyen var ne adam vuran var. Kürt meselesinde Türkiye şu anda bölünme sürecine girmiştir ve bunun geri dönüşü yoktur. Ben tarihçiyim. Tüpten bu şekilde çıkan bir macunun geri girdiğini hiç görmedim tarihte. Kimse İRA ve ETA demesin bana. Bir kere İRA ve ETA tek bir ülkenin sorunu idi. Elbette ki silahların susması çok iyi bir olaydır.

-Abant Platformu’nda da Alevilik gündeme alınmıştı.

Alevi açılımı meselesinde bir noktayı özellikle vurgulamak isterim. Bütün bu süreçte baştan sona izlediği çizgi, verdiği destekle Hizmet Hareketi gerçekten takdire şayan bir tavır ortaya koymuştur. 2007 seçimlerinden birkaç ay önce İstanbul Cevahir Otel’de yapılan Abant Platformu’nun konusu Alevilikti. Orada benim de katkıda bulunduğum bir sonuç bildirgesi yayımlandı. Sonuç bildirgesinde cemevlerinin ibadethane olarak kabulü vardı. Hizmet Hareketi bu konuda pek çok Sünni eleştiriye rağmen bu tavrını günümüze kadar korudu. Açılım sürecinde en çok hedef olduğum günlerde, en çok hücuma uğradığım günlerde Hizmet Hareketi’nin desteğini gördüm. Bunu söylemek boynumun borcudur bu noktada. Çünkü kendileri açısından daha zor bir durumdu bu. Klasik Sünni teolojik mülahazalar yerine demokratik bir ortamda yaşama kültüründen hareketle bu konuda bize destek verdi.

-Aleviler ısrarla şiddetten uzak duruyor.

Ortadoğu’da silahınız varsa değerlisiniz gibi bir yaklaşım var. Ama ben bunu lanetliyorum. Böyle bir kabulden Ortadoğu ve İslam dünyası ancak zarar görür. Şimdi Aleviler silaha, şiddete, çatışmaya uzak duran tavırları ile bütün silahlı örgütlerden daha güçlüdür. Üstelik biz sizin adınıza terör yapmak istiyoruz biz sizin adınıza şiddet uygulamak istiyoruz deyip kapı kapı dolaşıp müşteri arayan örgütlere rağmen. Terör örgütleri Aleviler içinden müşteri aramışlar ama bulamamışlardır.

-DHKPC var ama?

Zaman zaman çocuklarımızı orada burada etkiliyorlar, kandırıyorlar. Ama bunların sayıları devede pire bile sayılmaz. Dolayısı ile kitlesel olarak Aleviler tavırlarını demokrasiden yana koyuyorlar. Bakın geçen günlerde Fazıl Say nefret suçu işlemekten ceza aldı. Peki, Alevilere karşı nefret suçu işleyenlerin sözleri bu zamana kadar neden dava konusu, ceza konusu olmadı?

-Aleviler’in şiddete bulaşmaması Sünni kesimin de saygısını kazanıyor?

Çünkü Aleviler fitnenin ve fesadın ne demek olduğunu biliyorlar ve Sünni kardeşleri ile eşit şartlarda birlikte yaşamak istiyorlar. Siz Alevilerden bir toprak talebi ya da bu konuda herhangi bir ima duydunuz mu bugüne kadar?

-Hükümet Alevi Çalıştayı’nın ardından neden ileri adım atmadı?

Ülkede yaratılan genel hava, Alevilerin oy kullanırken geliştirdikleri refleks ve bu refleksin kısa sürede değişmeyeceğinin görülmesi kanaatimce bu Alevi açılımının kapanmasına sebep oldu. Başbakan’a ‘Bunlar bize oy vermeyecekler’ diyenler oldu.

-AK Parti’nin en başta böyle düşünmesi ham hayal değil miydi o zaman?

Siyaset sosyolojisini değiştirmek istiyorsanız uzun vadeli görmek zorundasınız olayları. Ben Sayın Başbakan’ın iki iftarda iki konuşma yaptığı için Alevilerin gelip kendisine oy vereceğini düşündüğünü zannetmiyorum. Sayın Başbakan Siyaseti çok iyi bilen bir insan. Ama zannediyorum, bu telkinler de etkili oldu.

-Kamuoyu araştırmaları yaptılar ve bu defteri kapattılar mı yani?

Başka bir şey daha var. Sayın Başbakan’a ben şunu söyledim: Bizim siyaset sosyolojisini değiştirmek için yaptığımız açılıma karşı, Alevilerin her zaman oyunu alan CHP bir çare bulamadı. Ama 2010 yılında CHP kesin bir çözüm buldu. Alevi Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkan yaptı. Daha önce il başkanını Alevi yaptığında sıkıntı çeken parti, sıkıştığı ortamda genel başkanını Alevi yaptı. Olur olmaz ama Türkiye tarihinin ilk Alevi başbakan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Sayın Başbakan bana kızdı, eminim. Bu önemsiz bir olay değil. Bugün Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’de devireceklerine dönük sözlere ben gülüp geçiyorum. Çünkü eğer Kemal Kılıçdaroğlu’nu indirirlerse kanaatimce CHP baraj sorunu bile yaşayabilir.

-Alevi açılımı sırasında çok umut dolu süreçler yaşadık ama şu anda bitti. Peki, gelecekte çözüm adına yeni bir damar yakalanabilir mi?

İnşallah yakalanır. Ama benim karamsarlığım zihnimin kıvrımlarından kaynaklanmıyor, olup biten olaylardan kaynaklanıyor. Şu sorular meşru değil midir: 81 ili olan bir ülkede kaç Alevi vali var? Kaç Alevi emniyet müdürü var? Bürokraside bir ayırımcılık yapılıyor mu yapılmıyor mu? Bunların bir dökümü yapılsa. Kadro alamayan merkez valileri, işi bankamatikten maaş almak olan emniyet müdürleri var.

-Alevilerin açılım sürecinin başarı ile bitmesini istemediği yönünde bir kanaat var?

Ekser Aleviler bu sorununun çözümünü çok istediler. Ama bazı aktivist Alevi grupları çözümü hiç istemedi. Çünkü ellerindeki saha gidecekti, alanları kaybolacaktı. Mesela Deniz Baykal’ın CHP’si o dönemde bu konuya destek verse idi AK Parti bu konuyu tamamlamak zorunda kalırdı. Ama CHP karşı çıktı. İftara biz Deniz Baykal’a, Devlet Bahçeli’ye ve Muhsin Yazıcıoğlu’na da davetiye gönderdik. Ama o dönemde CHP bunu kendi arka bahçesine tehdit gördüğü için hiç istemedi.

AKSİYON DERGİSİ : Manipülasyon için sahte takipçi satın alanlar var


Yaklaşık bir aydır Taksim Gezi Parkı olayları ve sosyal medyanın etkisi konuşuluyor. Sosyal medyanın böyle durumlarda kapatılmasını savunanlar olduğu gibi bilinçli kullanımın artırılması ve manipüle edenlerin diğerlerinden ayırt edilmesini isteyenler de var.

Sosyalmedya.in Sosyal Medya Takip Sistemi kurucusu Yasin Kesen ile son günlerin tartışma korularını ve sahte hesap (fake) açanların tespit edilmesini konuştuk. Kesen, manipüle eden ve fake hesaplarla ilgili bazı ipuçları veriyor. Buna göre, yeni açılan bir Twitter hesabı çok fazla RT almışsa bu hesabın sahte olduğuna bir işaret. Takipçi sayısına yakın ya da takipçi sayısından fazla Retweet almışsa bu da sahte (fake) bir hareket ve manipülasyon olduğunu gösteriyor. Veya ilgili kullanıcı önemli ya da tanınmış bir kişi olmadığı halde çok fazla takipçisi varsa; manipülasyon yapabilmek için sahte takipçi satın aldığının göstergesi olarak düşünülebilir.

Manipülasyoncularla bazı mücadele yöntemleri olduğunu belirten Kesen, hukuk normları içerisinde geçerli olan her şeyin sosyal medya için de geçerli olduğunu söylüyor. Ona göre tek sıkıntı var o da delil niteliği oluşturmasıyla ilgili. Eğer yazılan bir tweet sonradan silinmişse ulaşılamıyor. Aynı şey Facebook’ta da geçerli. Bunlara çare olarak sosyal medya takip sistemleri değerlendirilebilir; ancak bu noktada da delil niteliği taşıyıp taşımadığı tartışması söz konusu. Hukuki düzenleme ile delil oluşturabilecek verileri sağlayan kurumlar lisanslanabilir. Ayrıca bilirkişi görüşüne başvurulabilir.

Fake hesapların fark edilmesi ve engellenmesi için bazı yöntemler var. Engelleme işi hesabın takipçi sayısı ile ilgili bir konu. Twitter algoritması sebebiyle, takipçi sayısı yükseldikçe hesabın spamlama yöntemiyle askıya aldırılması zorlaşıyor. Ancak, kişilerin, kurumların kendi adı ya da markası kullanılarak açılan fake hesapları engellemeleri için Twitter’a özel başvuru yöntemi var. Bu yöntemle kısa zamanda sonuç alınabiliyor.

Birilerinin kitleleri harekete geçirmek için manipüle ettiklerini duyuyoruz ama bunların sosyal medya içindeki oranını bilmek çok zor. Yasin Kesen, sahte ve manipülatif hesapların, diğer hesaplara göre azınlıkta olmasına rağmen ters orantılı bir şekilde etkili olduğuna dikkat çekiyor. Birtakım yazılım uygulamaları kullanılarak bu hesaplar canlı tutuluyor ve tweet atması ya da retweet yapması sağlanıyor. Böylece Twitter ortamında etkin görünüyor ve toplumu olumsuz şekilde yönlendirebiliyor.

AKSİYON DERGİSİ : Yemen’e giden Türk silahlarında İran izi !


Türk-Yemen ilişkilerini zedeleyen ‘esrarlı’ silah kaçakçılığı aydınlanıyor. Türkiye’den kargolanıp Aden’de ihbar edilen Türk malı 36 bin travmatik silahın gerçek kaçakçılığı perdelemede kullanıldığı ortaya çıktı. İşte tuzağın perde arkası…

‘İlk sevkiyat açığa çıktığında, olayı basit bir kaçakçılık olarak değerlendirdik. 20 ay sonraki ikinci sevkiyatın ardından 40 gün arayla gönderilen üçüncü ve dördüncü kargolarla Türkiye’nin bir tuzağa çekilmek istendiğini gördük… Birilerinin son iki yıl zarfında Türk malı 35 bin 615 travmatik silahı Türkiye üzerinden Yemen’e gönderip sonra da ihbar etmesini başka nasıl izah edebilirsiniz ki!”

Geçen iki yılda Türk-Yemen ilişkilerini zedeleyen ‘esrarlı’ silah kaçakçılığı girişimleri aydınlanıyor. Aradan geçen sürede Türk limanlarından Yemen’e gizlice gönderilen ‘kurusıkı’ silah sevkiyatlarının izini süren güvenlik birimleri, meselenin iç yüzünü aydınlatan ciddi bilgilere ulaştı. Türkiye’den ihracatı yasak olmayan, özellikle Körfez ülkeleri ile Suudi Arabistan’a satılan kurusıkı tabancaları kim, neden bisküvi kutuları içine saklayıp gizlice Yemen’e sokmak ister ki? Girişteki sözlerin sahibi, söz konusu silah sevkiyatlarının üçüncü bir ülke tarafından perdeleme operasyonunda kullanıldığını, bu yolla Türk-Yemen ilişkilerine ve Ankara’nın Arap sokağında yükselen imajına zarar vermek istendiğini söylüyor. Türk yetkili, söz konusu unsurun, Türk malı kurusıkı silahları Yemen kamuoyuna gerçek silah gibi lanse etmeye çabaladığının altını çiziyor. Soruşturmaya vâkıf yetkiliye göre, elde edilen istihbarat bilgileri akla İran’ı düşürüyor.

Türkiye’ye tuzak

Zira Türk gümrüklerinden ‘bisküvi’, ‘mobilya’, ‘mutfak’ ve ‘tuvalet ekipmanı’ kaydıyla çıkarılan 36 bin ‘travmatik silah’ Yemenli isyancıların eline geçse dahi bir anlam ifade etmeyecekti. Çünkü Türkiye’de ‘kurusıkı’ diye tabir edilen bu silahlar özünde plastik mermi atıyor. Üzerinde yapılacak değişikliklerle gerçek mermi atabilseler de uzun soluklu ve verimli olmuyor. Yemen’de kişi başına 2,5 silah düştüğü, çarşı-pazarda 50-100 dolara Kalaşnikof satıldığı göz önüne getirilip kurusıkı silahı gerçek silaha dönüştürmenin maliyeti hesaplandığında söz konusu sevkiyatların ‘zihinleri bulundurmak’ maksadıyla yapıldığı anlaşılıyor.

Dünya basınına yansıyan haberler üzerine açıklama yapan Türk Dışişleri, söz konusu silah sevkiyatlarının asla Türkiye’den verilmiş bir izne dayanmadığını duyurdu. Türkiye’nin Yemen’in içinden geçtiği ulusal uzlaşı sürecinde, ihtiyaç duyulan güvenlik ve istikrarın pekiştirilmesine destek verdiğini, bu sürece olumsuz yansıyabilecek her türlü girişime karşı duracağını ifade etti. Açıklamayla yetinmeyen Ankara, önce 10 Şubat’ta gizlice Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı, ardından Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı’yı meseleyi incelemek üzere Yemen’e gönderdi. Yemen Ulusal Güvelik Servisi yetkilileriyle görüşen Fidan, Türkiye’nin konuyla ilgili bilgilerini paylaştı, sevkiyatlarda dahlinin bulunmadığını kaydetti. Aynı yetkili, Fidan’ın Yemen’e eli dolu gittiğini, Yemenli makamların da Fidan’a bu işten Türkiye’yi sorumlu tutmadıklarını aktardığını söylüyor.

Başkent Sana’da yaşayan bir kaynak, Ankara’daki yetkiliyi teyit ediyor. Yemen hükümeti gibi halkın da kurusıkı silahları Türklerin gönderdiği propagandasına inanmadığını, sadece İran’a yakın internet sitelerinin sıcak tutmaya çalıştığı bu konunun ülke gündeminden düştüğünü anlatıyor. Türk silahlarının ihbar edilerek Yemen medyasına taşındığı günlerde ele geçirilen silah yüklü İran gemisinin dikkatlerden kaçmadığını vurguluyor: “Yemen güvenlik birimleri limanda bulunan Türk malı silahlara odaklanmışken, rastlantı sonucu aynı günlerde (23 Ocak) İran’a ait ağır silah yüklü bir gemi yakalandı. Yemen İstihbaratı, ‘Cihan 1’ adlı gemide milyonlarca insanın hayatına mal olabilecek patlayıcı bulunduğunu, gemide bulunan ağır silahların basit bir kaçakçılığın çok ötesinde olduğunu ifade etti. O tarihten sonra görüştüğüm Yemenli yetkililer, kurusıkı silah sevkiyatlarının Cihan 1 gemisini perdelemek amacıyla yapıldığını dillendirmeye başladı. Bizdeki kanaat de bu yönde…”

Aynı kaynak, Türkiye’den gelen konteynerlerin sözde talep eden yerel firma tarafından gümrükten çekilmemesine, aksine çoğunun limana ulaşır ulaşmaz ihbar edilmesine de dikkat çekiyor: “Söz konusu silahlar gümrükten çekilmediği gibi ihbar ediliyor. Nasıl oluyorsa olayı hep önce Yemen’de İran’a yakın haber siteleri ile bir TV kanalı duyuruyor! Eldeki veriler bir araya getirildiğinde birilerinin Yemen’de Türkiye’ye tuzak kurduğu görülüyor. Yemen’de ‘kaçak silah’ denince akla İranlıların geldiğini de unutmayın!”

Diğer taraftan Yemen’i Suudi Arabistan’a karşı ön cephe olarak kullanmaya çalışan İran’ın ülkedeki normalleşme sürecinden rahatsız olduğu biliniyor. Geçiş sürecindeki siyasi boşluktan yararlanıp Saada bölgesinde Sünni Selefilerle çatışan ayrılıkçı Şii Husilere destek sağlamaya çabaladığı ortada. Nitekim Yemen hükümeti Cihan 1’de ele geçirilen İran malı ağır silahların varış noktasının Husiler olacağını düşünüyor. İran’ın bu teşebbüsü, BM Güvenlik Konseyi Yaptırımlar Komitesi’ni de harekete geçirdi. Konuyu ciddi bir şekilde ele alan komite, Tahran’a karşı yeni yaptırımlar için zemin oluşturmaya başladı.

Acem casusluk çetesi çökertildi

Yemen hükümetindeki İran rahatsızlığı sadece silah sevkiyatına dayanmıyor. Rahatsızlığın temelini Yemen İstihbaratı’nın 19 Temmuz 2012’de İran’a ait bir casusluk şebekesini ortaya çıkarması oluşturuyor. İstihbarat, liderliğini eski bir İran Devrim Muhafızı’nın üstlendiği çetenin 7 yıldır Yemen ve Afrika Boynuzu’nda casusluk faaliyeti yürüttüğünü, Şiilik propagandasının yanı sıra Yemen’in kuzeyindeki Husi ve güneyindeki Hirak ayrılıkçı hareketlerine destek sağladığını, üyeleri arasında Suriyeli bir diplomat bulunduğunu, Sana’daki İran ve Suriye büyükelçilikleriyle bağlantılı olduğunu açıkladı. İran çetesinin yakalanması üzerine açıklama yapan Cumhurbaşkanı Abdu Rabbu Mansour Hadi, İran’ın politikalarından ne denli rahatsız olduğunu sergilemekten kaçınmadı. Tahran’ı hedef alan sert açıklamalarda bulundu: “Tahran, ülkenin içişlerine karışmasın, Yemen’i rahat bıraksın.”

Türkiye’nin Yemen Büyükelçisi Fazlı Çorman’a İran’ın ülkede ne kadar etkin olduğunu soruyoruz. Çorman, son yaşananların ardından Tahran’ın halk nazarındaki itibarının büyük oranda azaldığını, buna karşın kuzeydeki ayrılıkçı Husiler üzerindeki etkisinin sürdüğünü belirtiyor: “Husi halkı İran gibi Şii. Suudi Arabistan sınırında yaşayıp Suudilerle çatışıyorlar. Tahran bu grup üzerinde etkili. Bunun yanında İran Yemen’de sesiz propaganda yürütüyor. Ortada gözükmeden çalışıyorlar. ‘Husiler ile bağımız yok’ deseler de Kuzey-Güney ayrımını destekliyorlar.”

Silahlı eylemleriyle ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen Husilerin (Genç Müminler Hareketi/Şebâbü’l-Mümin) en büyük destekçisinin İran olduğu, Tahran’ın ihtiyaç duydukları silahları Eritre üzerinden kendilerine gönderdiği iddia ediliyor. Ülkedeki Şii yapılanmadan rahatsız olan Suudi Arabistan, sınırdaki Saade bölgesinden İran desteğiyle Suudilere ateş açan Husileri havadan bombalıyor. Mısır, Ürdün, Türkiye ve Fas gibi bazı ülkeler de Yemen’in İran’ın etkisine düşmemesi için Sana hükümetine ciddi manada destek veriyor.

Ankara’daki yetkiliye, Türk hükümetinin İran’dan böyle bir tuzak bekleyip-beklemediğini soruyoruz. Suriye krizinden sonra ilişkilerin gerildiğini vurgulayıp Türkiye’nin PKK konusunda da İran’dan istediği samimiyeti alamadığını hatırlatıyor: “Türkiye’den 35 bin 615 kurusıkı silahı, gerçek silah gibi gizlice transfer edenler Türkiye’yi ‘eylemcileri silahlandıran ülke’ konumuna sokmak istiyor. Bu açıdan sevkiyatların provokasyon amacıyla yapıldığını düşünüyoruz. Türkiye üzerinden başka bir ülke tarafından yapıldığı ortada. İran da yapmış olabilir. Tahran’ın bu tür örtülü operasyonlar konusunda becerikli olduğu biliniyor! Yemen’de konteynerlerle ilgili haberlerin ilk İran eksenli internet sitelerinde çıkması ilginç. Onların Yemen’deki faaliyetleri ortada. Noktaları birleştirince zihinlerde İran algısı oluşuyor.”

İran’ın Ankara Büyükelçiliği’ne Yemen’de yaşananları nasıl değerlendirdiklerini sorduk. Basın Müsteşarı Abdolreza R. Shaghaghi, kendilerinde bu konularla ilgili bir bilgi olmadığını, Yemen makamlarından da bu yönde bir şikayet almadıklarını aktardı.

SEVKİYATIN ARKA YÜZÜ

1. Sevkiyat: 22 Mart 2011’de Birleşik Arap Emirlikleri gümrük muhafaza ekipleri gelen bir istihbaratı değerlendirip Dubai Limanı’nda Türkiye’den gelen bir konteyneri detaylı aramaya tabi tuttu. Konteynerde mobilya ürünleri içine gizlenmiş şekilde 16 bin adet plastik mermi atan travmatik silah çıktı. 6 kişi gözaltına alındı. Konu Türkiye’ye aktarıldı, emniyet İstanbul’daki üretici firmaya ulaştı. Firma sahibi silahları üçüncü kişilere peşin parayla sattığını, sınır ötesine çıkarılmasıyla bir ilişkisi olmadığı savunmasını yaptı. Yargılanan firma sahibi silah kaçakçılığı suçundan ceza aldı, lisansı iptal edildi.

2. Sevkiyat: 3 Kasım 2012’de Türkiye’den Aden Limanı’na gelen kargoya ihbar dolayısıyla müdahale edildi. Türk şirketine ait bisküvi kutularına gizlenmiş olarak üzerinde ‘Roger’ yazan, ‘imitasyon olduğu düşünülen’ 2 bin 500 adet tabanca ele geçirildi. Kargonun göndericisi Türk şirketiydi. Silahların üreticisi henüz tespit edilemedi. Türk Emniyet birimleri, Yemen makamlarından temin edilen silah numuneleri üzerinde balistik inceleme başlattı. Soruşturmayı Beyşehir Savcılığı yürütüyor.

3. Sevkiyat: 13 Aralık 2012’de Yemen’deki Hudeyde yolu üzerinde yapılan polis çevirmesinde Türk yapımı olduğu iddia edilen 7 bin tabancanın ele geçirildiği iddia edildi. Sana Büyükelçiliği, Yemen makamlarından, silahlara ilişkin bilgi talep edip, inceleme yapma izni istedi. Ancak yetkililer bu talebi yanıtsız bıraktı.

4. Sevkiyat: 24 Ocak 2013’te Yemen Gümrük Muhafaza Birimleri, Aden Limanı’na 15 Kasım’da gelen ancak herhangi bir firma tarafından çekilmeyen kargoyu aradı. 3 Kasım’da Türkiye’den ‘mutfak ve tuvalet ekipmanı’ kaydıyla yola çıkarılan konteynerde gizlenmiş şekilde yaklaşık 10 bin adet küçük travmatik silah ile 115 plastik alaşımlı tüfek ele geçirildi. Gümrük İdaresi Başkanı Muhammed Zemam’ın daveti üzerine Türk Büyükelçi silahları yerinde inceledi. Büyükelçi ile Zemam ortak basın açıklamasında söz konusu sevkiyatla Türkiye’nin ilgisinin bulunmadığı ifade edildi.

5. Sevkiyat: Mayıs 2013’te Taiz kentinin Moka Limanı yakınlarında denizden küçük botla ülkeye sokulmak istenen kaçak silahlar emniyet birimlerince fark edildi. Kaçakçılarla yaşanan çatışmada bir asker yaralandı. Ele geçirilen kurusıkı tabancaların Türk malı olduğu anlaşıldı. Yemenli yetkililer, gümrüklerde başlatılan sıkı denetimden sonra silah kaçakçılığının denizden yapılmaya başlandığını, ocak ayından bu yana bu şekilde 6 teşebbüsün engellendiğini duyurdu.

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!