Aylık arşivler: Aralık 2012

CHP’yi ziyaret eden muhalifler ‘memnun’ ayrıldı


Suriye Ulusal Konseyi Başkanı George Sabra, CHP’yi Genel Merkezi’nde ziyaret etti. Sabra, “Muhalefetin ne kadar dost olduğuna tanık olduk. CHP’den de Suriye rejiminin bir dikta rejimi olduğunu duymaktan çok mutlu olduk” derken, bundan sonrası için “Diyalogu sürdürme kararı aldıklarını” belirtti.

Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Başkanı ve Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkan Yardımcısı George Sabra, beraberindeki heyetle CHP genel merkezinde Genel Başkan Yardımcıları Faruk Loğoğlu ve Nihat Matkap ile görüştü.

Cnn Türk’ün haberine göre, çıkışta gazetecilere açıklamalarda bulunan Sabra, görüşmeyi “çok büyük bir buluşma” olarak değerlendirdi. İki taraf için de çok yararlı bir görüşme olduğunu belirten Sabra, şunları söyledi:

“CHP’nin görüşünü almak bizim için çok önemli. Başka muhalefet partileri de öyle. Türkiye, Suriyeliler’e kucak açtı. Bize yardım etti. Biz 20 ay önce Türkiye hükümetinin ve devletinin dost olduğunu biliyorduk, gördük. Şimdi de muhalefetin ne kadar dost olduğuna tanık olduk. CHP’den de Suriye rejiminin bir dikta rejimi olduğunu duymaktan çok mutlu olduk” dedi.

“Suriye ve Türkiye’nin çıkarlarını konuştuk”

Sabra, “Görüşmede, ilerleyen aşamalarda da Suriye ve Türkiye’nin çıkarları için neler yapabileceğimizi konuştuk. Bunun devam etmesi için karar aldık” dedi.

Geçici hükümetle ilgili bir soru üzerine Sabra, bütün taraflarla görüşme içerisinde olduklarını ve 2-3 hafta içerisinde böyle bir girişimin olabileceğini kaydetti.

“Diyalogu sürdürme kararı aldık”

Bir soru üzerine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmediklerini aktara Sabra, diğer muhalefet partileriyle de görüşeceklerini bildirdi. Sabra, “CHP’den istediğiniz tam desteği görebildiniz mi?” yönündeki bir soruya da “Çok anlayışlı bir görüşme oldu. Bizim durumumuzu anlayışla karşıladılar. İlerleyen süreçte de bu diyalogu sürdürme kararı aldık” dedi.

“CHP’nin kuşkularına yanıt verdik”

“Başbakan Erdoğan, CHP’yi Esed yanlısı olmakla suçluyor. Bugün yaptığınız görüşme çerçevesinde siz bu eleştiriyi doğru buluyor musunuz?” sorusu üzerine de Sabra, “CHP büyük bir parti ve demokrasiden yana. Suriye’de medeni bir devlet olmasından yana. Ama bazı kuşkuları vardı. Biz de o kuşkular için tüm sorulara yanıt verdik” dedi.

Görüşmede, CHP’nin Beşar Esad ve yönetimi için “dikta rejimi” ifadesini kullanıp kullanmadığının sorulması üzerine Sabra, “Evet söylediler. Şu anda Suriye’de dikta bir rejim olduğunu, insanların öldürdüğünü vurguladılar. Tabii ona da hiç taraftar olmayacaklarını söylediler. CHP hiç bir zaman bir dikta rejiminin yanında olmadığını, katliamları da kabul etmediğini vurguladı” ifadelerini kullandı.

Mahmut ÖZYÜREK : “YA BİAT EDERSİN YA DA BERTARAF EDİLİRSİN!”


“Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim,

Onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim.”

Adolf Hitler

İktidar olanların, iktidardan kaynaklanan güçlerini, toplumsal yarar adına değil de, tehdit, şantaj ve sindirme aracı olarak kullanmaları, acizliğin, çaresizliğin, kendine güvensizliğin ve korkunun göstergesidir.

Yöneteceği ister bir ülke, ister bir parti, yâda örgüt olsun, “sahipleri” tarafından iktidara taşınanlar (sandıktan çıkmış olsalar bile), o örgüt ve ideolojisi ile ilgili bilgi, birikim ve deneyimden yoksun olmaları ve “sahiplerinin taşeronluğunu” yapmaları nedeniyle, iktidarda kalabilmek ve iktidarını sürdürebilmek için, alışılmışın dışında yol ve yöntemlere başvurabilirler.

Böylesi yöntemlerle iktidar olanlar, ellerine geçirdikleri “iktidar cennetini”(!) kaçırmamak, kendi emellerinin sorgulanmasını önlemek, kendilerini iktidar eden toplumu denetim altında tutmak için korku salma, baskı, sindirme ve tehdit, şantaj vb. yöntemleri usta bir şekilde kullanırlar.

Bu kirli siyasetlerini deşifre eden, ya da edebilme olasılığı olan muhaliflerini, kendilerine “biat” etmeyen yapılanmaları “bertaraf” edebilmek için, hukuku bile bir tehdit ve şantaj malzemesi olarak kullanmaktan çekinmezler.

Kalabalık örgütlenmeler içinde, hemen her durumda kullanılmaya uygun bir “yumuşak karın” mutlaka bulunur. Biat ettiremedikleri ya da “bertaraf” edemedikleri ve hedefe koydukları kişileri, “kullanılmaya uygun yumuşak karınları” kullanarak, toplumun üzerinde titrediği “namus” ve “iffet” üzerinden itibarsızlaştırma yöntemleri, sistemlerinin ana damarı ve vazgeçilmezi haline getirilerek kullanılır. (Sn.Deniz Baykal ve Sn. Muharrem İnce olayları somut örneklerdir)

Eğer buradan da bir sonuç elde edemezlerse, işte o zaman kelimenin tam anlamıyla pervasızlaşırlar.

Örgüt içerisinde öylesine bir bulanıklık ve gürültü yaratılır ki “orman içinde yok edilen ağaçları” görmek olanaksız hale getirilir.

Bu yöntemi ünlü faşist diktatör Adolf Hitler şöyle özetliyor. “Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim.”

Son 10 yılda ülkemizde, faşist bir diktatörlük kuran, Tayyip Erdoğan’ın, girdiği her seçimde oyunu artırması, yazımızın başından bu yana özetlemeye çalıştığım olguların yanı sıra, Hitlerin söylemiyle “insanların güçsüzlüklerini” ustalıkla kullanmasından kaynaklanmadığını mı sanıyoruz?

Bu yöntem, iktidarı ele geçirenleri etkisi altına alan, sinsi bir virüs gibidir. Bu virüs, kitleleri sindirerek yönetme yolunu seçenlerin yönetim biçimlerindeki benzerlikleri, iktidar olma biçimlerindeki benzerlikle bire bir uyumlarından anlaşılır.

Ne yazık ki ülkemizde sadece devlet yönetimi, hükümet etme anlamında ki “İktidar” yalnız değildir bu yolda. Meslek Odaları, Sivil Toplum örgütleri ve en kötüsü de Demokratik kitle örgütlerinde de görülen iktidar olma ve iktidarda kalma yönteminin de aynılığı içinde bulunduğumuz somut durumun emperyalizme karşı, toplumsal eşitlik için verilmesi gereken mücadele açısından korkunçluğunu gözler önüne sermektedir.

Bu yöntemler gericilik tarihinin alışılmış, bildik yöntemleri olabileceği gibi, teknolojinin de sağladığı olanaklarla, şeytanın bile hayalini zorlayacak yöntemlerde olabilir. Günümüzde, bu yöntemlerin en yaygın ve bilinen baskı, korku, sindirme, tehdit, şantaj, yalan, iftira, hakaret, özel yaşama saldırı ve komploculuktur.

Sandıktan daha fazla oy alarak, bir dönemliğine yönetme yetkisini ele geçirmiş olmak, örgütün sahibi olmak anlamına gelmez.

Hele ki, adayların kapalı kapılar ardında pazarlıklarla belirlendiği, delegelerin adaylar konusunda bilgilendirilmediği özgür iradelerinin yeterince seçim sürecine yansımadığı/yansıtılmadığı bir seçimi “demokratik ve katılımcı sayamayız.

En üst organ olan Genel Kurulda, yaşamsal önem taşıyan konularda, delegelerin bilgilenmesinin engellendiği, geçmiş iki yıllık sürede alınan kararlara konulan “şerhlerin” gerekçelerinin açıklanmasına izin verilmediği, Genel Kurul Divanının sanki “yönetim kurulu” gibi davrandığı bir genel kurul sonunda yönetime gelmiş olanların, örgütün sahibi gibi davranmaya hiç mi hiç hakları yoktur.

Somut ve güncel bir örnekle yazımızı sonlandıralım.

“YA BİAT EDERSİN YA DA BERTARAF EDİLİRSİN!”

Bilindiği gibi geçtiğimiz Kasım ayının sonlarına doğru, Isparta da, Nur cemaatine karşı açılmış bir davanın duruşmasına 12 saat kala, davayı açan ve yürüten, 14 yıldır ADD Isparta şube başkanı olan Mahmut Özyürek, ADD Genel Yönetim Kurulunca “hukuk dışı” yöntemlerle görevinden alınmış ve ADD üyeliği de sonlandırılmıştı.

Bu haksızlık karşısında ADD Isparta Şubesinin 100 e yakın üyesi ve gönüllüsü, durumu protesto ettiklerini bildiren bir metni imzalayarak ADD Genel Merkezine göndermişlerdi. Ayrıca 5 Aralık 2012 günü “İl Şubeleri eşgüdüm” toplantısında; “Isparta Şube Başkanının görevden alınmasının “hukuksuz” olduğu, kararın bir kez daha değerlendirilerek geri alınmasını, olmadığı durumda kendilerinin şube başkanlığı ve üyeliklerini de sorgulayacaklarını” belirten bir karar almışlar ve bu istemlerini ADD genel Merkezine iletmişlerdi.

Daha önce benzer bir istem “ADD Isparta Şube Yönetim Kurulu” tarafından Genel Merkeze ulaştırılmıştı.

Bilgi edinebildiğim kadarıyla, ADD Genel Merkezinin bu “demokratik” istemlere yanıtı, yukarıda sıraladığımız olguları doğrular nitelikte olmuş. Eşgüdüm toplantısına katılan ve karara imza koyan, şube başkanlarına gönderilen “yanıt” yazısında özetle şöyle deniyormuş.

“ADD Isparta (eski) şube Başkanı Mahmut Özyürek hakkında, alınan kararı özümseyemediğiniz üzüntüyle anlaşılmış, ekte “gizli açıklama” gönderilmiştir. Konu ilgili ısrarınız durumunda hakkınızda disiplin işlemlerinin başlatılacağına…..”

Yani” Biat” etme yerine, “İlkeli, tutarlı, davaya inanmış olma kararlılığını sürdürürseniz, sizi de Mahmut Özyürek gibi hem “bertaraf”, hem de “linç” ederiz.” Akıllı olun!

Bir şube başkanı doğru bildiği, doğru olduğuna inandığı bir kararın altına imza koyarsa “aforoz” edilmesi “linç” edilmesi kaçınılmaz sonuç olarak çıkıyor karşımıza.

Yani demokratik kitle örgütlerinde olması gereken “demokratik merkeziyetçilik” ilkesini işletmek, bunun için iletişim kanallarını açmak, açık tutmak yerine, “biz yaptık oldu”, “biz sizin yerinize de düşünür ve doğru olanı yaparız”. “Siz aklınızın ermediği işlerle uğraşmayın. Bizden gelecek direktifler, kararlar doğrultusunda hareket etmeye azami gayret gösterin. Aksi takdirde sizin de akıbetiniz aynı olur”.

Bu “Linç” eyleminin örgüt içinde sistematikleştirildiğinin açık bir kanıtıdır. Ve bundan böyle sık sık baş vurulacak bir yöntem olarak algılanmalıdır. Haziran 2012 de yapılan ADD Genel Merkez Genel Kurulunda, tüzüğe aykırı olduğu biline biline, Genel Kurulun yetkisinde olan “üyelikten çıkarılma” sürecinin, Genel Başkanın yetkisine devredilmesinin , “aklı başında kimi duyarlı delegelerin tüm itirazlarına karşın” kabul edilmesi “linç” sürecinin sistematik hale getirileceğinin ilk işaretleriydi.

Bu sistematiğin mantığı şöyle işletilmek istenmektedir. Dernek tüzüğünde yazan amaçlar doğrultusunda hiçbir çalışma yapmayabilirsiniz, Kemalist ideolojiyi eğip, bükerek istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz, Etiketinizi kullanarak özel çıkarlar elde edebilir, Atatürkçülüğü ticarileştirebilirsiniz, “Atatürk seviciliği” dışında hiçbir “meziyetiniz” olmayabilir. Bunları suç olarak değerlendirmeyiz.

Ama “Genel Merkeze ve özellikle Genel Başkana “Bila kaydı şart biat” etmez, doğru bildiklerinizi yazıp söylerseniz, Kemalist ideolojiyi, hiçbir çıkar gözetmeden ödünsüz savunursanız “yumuşak karın” olan özel görevli elamanlarımızı harekete geçirir ve gereğini yaparız.

Dileyelim ve umut edelim ki, Isparta olayı “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyen arkadaşlarıma dersler çıkarılacak bir örnek olur. Aksi takdirde “O yılanın dönüp dolaşıp o arkadaşlarımı bulmasını”, hiç ama hiç istemem. 27 Aralık2012

Mahmut ÖZYÜREK

ADD Isparta Şubesi(Önceki) Başkanı

Ali Eralp: TÜRK SUBAYININ BAŞINA GEÇİRİLEN KAÇINCI ÇUVAL BU?


4 Temmuz 2003 tarihinde, 11 Türk subayı, Amerikan askerleri tarafından, başına çuval geçirilerek, esir alındı.

Bu harekâta bugünkü iktidarın can dostu Kürt peşmergeler de katılmıştı o zaman.

Baskın, Amerika’nın milli bayram günü olan 4 Temmuza, tatil gününe denk getirilmişti

Böylece hiçbir Türk yetkili onlara ulaşamayacak, onlarla bağlantı kuramayacak, onlar da askerlerimizi diledikleri gibi sorgulayacaktı.

Nitekim subaylarımız Genel Kurmayın gözü önünde 60 saat tutuklu kaldı. Tüm devlet yetkilileri bu olayı sadece seyretmekle yetindiler.

Oysa Atatürk, ortalıkta herhangi bir girişim bulunmamasına karşın, “İngilizlerin milletvekillerimizi tutuklayacağı” haberleri çıkınca, önlem olarak, İngiliz subaylarının esir alınmasını emretmişti.

Onurlu bir ulusun, onurlu bir liderinin davranışıydı bu.

Amerikalılar çuval eylemini, TBMM’nin 1 Mart tezkeresini reddetmesinin ardından gerçekleştirdi. O tezkerede topraklarımızın ve İncirlik üssünün Amerika’nın kullanımına açılması isteniyordu.

AKP yöneticileri, ABD’nin bu emrini yerine getiremediler.

Çünkü yurtsever AKP’liler de tezkereye karşı çıkmışlardı.

ABD’nin bu girişimi, hem bu tezkerenin öcünü almak hem de Kuzey Irak’ta özgürce, dilediği gibi hareket eden ve ABD işgaline güçlükler çıkaran Türk ordusuna bir ders vermek amacını taşıyordu.

Türk ordusu BOP önünde bir engel, bir setti.

Törpülenmeli, hizaya sokulmalıydı.

Baskın Paul Volfowitz’in emriyle başlatıldı. Amaç, Türk ordusunun itibarını sarsıp onu küçük düşürmekti.

Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkti bu.

Şanlı Türk ulusunun alnına sürülen kara bir lekeydi.

Bir yüz karasıydı.

Türk milleti, Amerikan CONİ’si gelsin, Türk subayının başına çuval geçirsin diye Çanakkale’de 186 bin 865 askerini feda etmedi.

Sarıkamış dağlarında 80 bin can, bunun için donarak ölmedi.

Atatürk’ler, İnönü’ler ABD askeri gelsin, subayımızın başına çuval geçirsin diye yedi düvelle savaşmadı.

Şanlı Türk ordusu, AKP’li mandacılar ve onların yalakaları yüzünden böyle bir muameleyle karşılaştı.

Zamanın Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, tarihe, başına çuval geçirilen ordunun komutanı olarak geçti.

Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayı bir “ilk”ti, ama son olmadı.

AKP iktidarı sayesinde “Türk Ordusu”nun, dolayısıyla Türk Ulusunun başına “çuval geçirme”ler günümüzde de devam etmektedir.

Hem de tüm hızıyla.

Bir taraftan iktidar, bir taraftan bebek katilleri, bir taraftan ABD ve Kuzey Iraklı Kürt aşiret reisleri Türk ordusunu yıpratmak, çökertmek, küçük düşürmek için elinden geleni ardına koymamaktadır.

Genel Kurmay ise komutanlarına sahip çıkacağı yerde, gidip Arap şeyhlerinin, Arap krallarının elinde madalyalar alıyor, Atatürk düşmanı cemaat okullarını ziyaret ediyor.

Geçenlerde gazetelerde okuduk:

“Türk Özel Kuvvetleri Colorado kentinde ortak tatbikat yapmış. Hem de Süleymaniye’de Türk subayının başına çuval geçiren Amerikan 10. Özel Kuvvet Grubu ile birlikte.”

Anlaşılan, İran’a, Irak’a, Suriye’ye karşı, ABD ile yapılacak ortak bir müdahalede Türk Ordusu vurucu güç olarak hazırlanıyor.

Amerikan askerleri ile birlikte Müslüman kanı dökmek için…

Yine gazetelerden okuyoruz:

“TÜRK ASKERLERİ ABD SUBAYLARINCA SORGULANDI…”

“METELER Jandarma Özel Hareket Timi” PKK’lılarla yaptığı bir çatışmadan sonra ölü ele geçirilen teröristlerin üzerinde ABD askerlerinin kullandığı FGM -148 roketatarı ve mermisini bulmuş ve tüm dünyaya ilan etmişti.

Sen misin bunu bulan?

Sen misin ABD’lilerin pisliklerini ortaya çıkaran?

Hemen Amerikan subayları harekete geçtiler ve sabaha karşı saat 5’te Türk subaylarını uyandırıp sorguya çektiler.

Bu arada bir üsteğmen ile bir Amerikalı subay arasında sert tartışmalar oldu. ABD’li askere, “Roketatarın PKK’lıların üzerinde ne aradığını” soran üsteğmene, yetkili subay, “Deneme uçuşu yapan ABD helikopterinden düşüp, PKK’lılar tarafından bulunmuş olabileceği” yanıtını verdi.

Çocuk kandırıyordu sanki…

Üsteğmen, “Bırak bu palavrayı” deyip ABD’li subayın üzerine yürüyünce arbede yaşandı.

Peki, adama sormazlar mı, “Roketatarın yanında mermilerin ne işi var, o da mı helikopterden aşağı düştü?” diye.

Genelkurmay sonradan bu haberi yalanlasa da gerçek gün gibi ortada. PKK’lı teröristlerin görüntüleri savcılıktadır şimdi.

Artık şunu halkımız bilmelidir:

PKK’ya her çeşit silahı ABD vermektedir. Amerikan uçaklarından, helikopterlerinden lojistik yardım malzemeleri atılmaktadır.

Orgeneral Eşref Bitlis, bu saptamayı yapıp, ABD’lilerin tekerine taş koyduğu için suikasta kurban gitti.

Amerikalı subaydan hesap soran Üsteğmene bu nedenle soruşturma açıldı.

Ama Mehmet Ali Teğmeninin cep telefonuna yanlışlıkla (sehven) telefon numaraları dolduranlar hâlâ cezalandırılmadılar.

Yine “Askeri casusluk ve fuhuş davasından sanık” Albay İbrahim Sezer’in konuşmalarına “Vika isimli fuhuş çetesi ile yaptığı diyalogun “SEHVEN” konduğunu itiraf eden polisler hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

Türk ordusunu düşman bilip, onu itibarsız düşürmek için her yolu deneyen Tüm etkililere, yetkililere sesleniyoruz:

Türk subayının başına geçirilen kaçıncı çuval bu?

Hiç utanma, sıkılma duygusu kalmadı mı sizde?

Yurtseverler hakkında sizler nasıl raporlar düzenleyip, dosyalar hazırlıyorsanız, sizin bu ihanetleriniz de kara kaplı deftere yazılmaktadır.

Ama bizim alnımız açık, yüzümüz aktır. Kimseden bir korkumuz çekincemiz yoktur. Her yerde, her zaman yaptıklarımızın, söylediklerimizin, yazdıklarımızın hesabını vermeye hazırız.

Peki, vakti saati geldiğinde sizler de Silivri’deki yurtseverler gibi eğilmeden, bükülmeden dimdik durarak, yaptıklarınızın hesabını verebilecek misiniz?

İLK KURŞUN

Türker Ertürk : MUNDAR /// CC : @orsatramola @turkererturk


Geçtiğimiz hafta ODTÜ’de yaşanan şiddetin ardından başlayan ve tüm üniversitelere dalga dalga yayılan eylemler bir türlü dinmiyor. Bu kapsamda öğrenciler, öğretim üyeleri ve eski mezunlar ODTÜ’de işgal eylemi başlattı.

Eylem nedeniyle U3 amfisine toplanan eylemciler iki gün boyunca buradan çıkmayacaklarını, paneller, film gösterimleri ve atölye çalışmaları gibi etkinlikler düzenleyeceklerini basına açıkladılar ve amfinin girişine “ ODTÜ ayakta AKP’ye direniyor “ pankartı astılar.

Biliyorsunuz bu olaylar 18 Aralık 2012 Salı günü ODTÜ yerleşkesinde bulunan TÜBİTAK binasına Göktürk-2 uydusunun Çin’deki rampadan fırlatılışını izlemek için gelen Başbakan Erdoğan’ı yaklaşık 300 öğrencinin protestosu ile başlamıştı.

Biz biliyoruz ki tüm demokratik ve uygar ülkelerde hükümetler, başbakanlar ve bakanlar sürdürdükleri siyaset nedeniyle eleştirilirler ve protesto edilirler, hem de en ağır şekilde. Dünyada bunun örnekleri çoktur. Ayrıca üniversiteler bilim ve düşünce üreten yerler olarak eleştirel aklın egemen olduğu her şeyin ama her şeyin sorgulandığı ve sorgulanabildiği kurumlardır.

Erdoğan ODTÜ’ye geldiğinde bir kısım öğrenci “ emperyalizme peşkeş çekilen ulusal değerlerimiz, üniversitelerde yok edilen bilimsellik ve Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalede yapılan taşeronluk nedeniyle “ başbakanı protesto etmeyi planlamıştı.

Saldırı tugay gücünde

Erdoğan ise ODTÜ’ye 3600 polis, 105 koruma aracı, 20 zırhlı araç, 8 TOMA ( Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı ) ve yeterince kimyasal silahla birlikte cenge gelmişti. Bu polis gücü yaklaşık tugay seviyesindedir. Sormak isteriz, savaşa mı gidiyorsunuz?

Olayların çıkmasının nedeni polisin öğrencilere kimyasal silahlarla saldırmasıdır. Bu tespit bizzat öğretim üyeleri tarafından yapılmıştır. Olay çıkmasını önlemek için protestocu öğrencilere yakın bulunan öğretim üyelerinin gözü önünde hiçbir neden yok iken ve öğrenci grubundan herhangi bir hareket gelmeden polis yoğun gaz bombası kullanmaya başlamıştır. Kışkırtma amaçlı bu saldırının aynısı 29 Ekim’de Ulus’ta da meydana gelmişti.

Amaç çok açık bellidir ki; muhalefetin, eleştirinin, protesto eyleminin en küçüğüne bile tahammül edecek demokratik gelenek ve birikim yoktur. Farklı ses mutlaka ezilmelidir. Çıbanın başı ODTÜ olarak görülmektedir. Burada AKP faşizmi gövde gösterisi yaparak diğer üniversitelere mesaj vermek istemiştir.

Olaylardan sonra Erdoğan ODTÜ’yü, hocalarını ve öğrencilerini hedef tahtasına koymuş onlar hakkında ipe sapa gelmez ve terbiye sınırlarını bir hayli zorlayan açıklamalar yapmış ve “ Bu hocalar öğrencilerini böyle yetiştiriyorsa onlara yazıklar olsun “ demiştir.

Bugün ülkemizde bir üniversite enflasyonu vardır. Bilimsel anlamda çok büyük bir bölümü gerçekte yüksek lise seviyesindedir. Ülke olarak sahip olduğumuz üniversite sayısı 168’e ulaşmasına rağmen gerçekten üniversitedir diyebileceklerimiz iki elin parmaklarını geçmemektedir.

Erdoğan’ın hakaretamiz sözlerine maruz kalan ODTÜ ise kurulduğundan bugüne kadar hem akademik anlamda hem de mezunlarının ülkemize sağladığı katma değerler açısından medarı iftiharımız sayılabilecek bir üniversitemizdir. Göktürk-2 uydusunu bile onlar tasarlamıştır.

ODTÜ 2012’de dünyanın “ En ünlü 100 Üniversite “ listesine Türkiye’den giren ilk ve tek üniversitesidir. Yine ODTÜ 2012’de İngiliz Times Higher Education ( THE ) kurumu tarafından yapılan dünyanın en iyi 400 üniversitesi arasında 203’üncü olmuştur. Bu listede ülkemizden Bilkent Üniversitesi 238, Koç Üniversitesi 242, Boğaziçi Üniversitesi 276 ve İTÜ ise 290’ıncı sırada yer almıştır. ODTÜ yine 2012’de İspanya’nın Cybermetrics Lab. kurumu tarafından yapılan dünyanın ilk 500 üniversitesi arasına 342’inci sırada giren tek üniversitemizdir.

Üniversiteye yalnız başına gelebilir mi?

ODTÜ’ye karşı kimyasal silahla saldırılması ve çamur atılması yakışıksız ve düşmanca bir tavırdır. Bakınız geçtiğimiz Salı günü beraber olduğum Cumhuriyet kadını olan 88 yaşındaki Türkan Erkin bana ne anlattı; “ 1944’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde İngiliz Filolojisi bölümünde okuyordum. İsmet İnönü okulumuza sıkça gelir ve koridorlarda yalnız başına dolaşırdı. Bir defasında koridorda karşılaştık, selamladım bana hatırımı sordu. Sonradan öğrendim ki dekanımızdan İngilizce dersi alıyormuş “

Şimdi soruyorum Erdoğan ODTÜ’ye yalnız gelebilir ve yanında koruma ordusu olmadan üniversite koridorlarında dolaşabilir mi? Erdoğan’ın dil bilmediğini biliyoruz ama öğrenme gayreti içinde olup olmadığını bilmiyoruz. Tekrar sormak isteriz, Erdoğan dil öğrenme gayreti içinde olsa, öğrenmek için hocanın ayağına mı gider yoksa hocayı ayağına mı getirir?

Türkçemizde güzel bir söz vardır; “ Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş. “ Buradan hareketle ODTÜ’yü karalamak ve mundar ilan etmek beyhude bir gayretkeşliktir.

ODTÜ, geçmişi, mezunları, hocaları ve öğrencileri ile ülkemizin bir onur abidesidir. Aydın kafaların ve sorgulayıcı aklın egemen olduğu bu üniversitede ülkemizin sorunlarına karşı gösterilen duyarlılık ve AKP faşizmine karşı gösterilen direniş nedeniyle kendilerini kutluyorum.

Saygılar sunarım

İLK KURŞUN

Necati Doğru: Bir numaralı devlet büyüğünü unutan adam!


Bugünü de sayarsak tam 11 gün doldu. Bir numaralı devlet büyüğünü “gökyüzüne uydu fırlatma törenine davet etmeyen” adam, 11 gündür susuyor.
Tek laf etmedi.
O gün, ulusal sırt okşayış günüydü. Halka “bilim ve teknolojide bizi geri bırakan makus talihimizi yendiğimizi” gösterecek fırsat doğmuştu. Yerli payı ve Türk beyin gücü katkısı en yüksek uydu uzaya fırlatılacaktı.
Devlet protokolü çağrılmıştı.

2 numaralı adam:
Meclis başkanı gelmişti.
3 numaralı adam:
Başbakan oradaydı.
4 numaralı adam:
Yüce Mahkeme Başkanı davetliydi.
5 numaralı adam:
Genel Kurmay Başkanı hazırdı.
1 numaralı adam:
Cumhurbaşkanı.
Yoktu.

Xxx

Protokolden çıkartılmıştı.
Kim, 1 numarayı atlayabilir?
Kim, buna cüret edebilir?
1 numara gelseydi.
Fırlatma düğmesine o basacaktı.
Teknolojide, bilimde, buluşta “zalim yenilmişliğimizi” yıkıp geçtiğimiz bu tarihi günün konuşmasını 1 numaralı adam yapacaktı.
“Unutuldu” dediler.
Türkiye Devleti’ne bak!
Bak. Bak.
Otur ağla.
En onurlu gününde; “1 numaralı devlet büyüğünü başarının şerefini paylaşmaya çağırmayı” unutuyor. Sanki unutulan 1 numaralı devlet büyüğü değil Siirt Belediyesi Park ve Bahçeler bahçevanı!

Xxx

Fırlatma töreni açış konuşmasını yapan ve “bu olağanüstü başarıyı alkışlamak yerine protesto sloganı atmaya gelen ODTÜ’lü öğrencileri 3 bin 600 polise dövdüren” Başbakan, “1 numarayı unutan ben değilim” dedi.
Unutkan TÜBİTAK!
TÜBİTAK Başbakan’a bağlı.
3 numaralı devlet büyüğü Başbakan, kendisine bağlı TÜBİTAK Başkanı Prof Dr. Yücel Altunbaşak’a “Nerede Devletimizin 1 Numarası?” diye sormadı. Böylece; “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül unutuldu yalanını” uydu ile gökyüzüne fırlatıp yerleştiren ilk ülke biz olduk.
Uzayda bir yalanımız var.

Xxx

TÜBİTAK Başkanı susuyor.
Gerçekten unuttu mu?
Unutturuldu mu?
Cumhurbaşkanı’ndan af istemedi.
Halktan da özür dilemedi.
En azından halkta “fırlatma törenine devletin 1 numaralı adamını çağırmayı unutanların yaptığı uyduya biz nasıl güvenelim, yapılan konuşmalara nasıl inanalım” duygusu doğar diye düşünmedi. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında; başta kalma çekişmesi uç verdi. Belirtilerini haber veren kulis yazıları sağda solda başladı.
TÜBİTAK Başkanı, saf tuttu.
Cumhurbaşkanı’nı çağırmadı.
Gül’ü 1 numaradan silmiş oldu.
1 numaraya Erdoğan’ı yerleştirdi.
11 gün geçti.
“Unutuldu Yalanı” uzayda dönüyor!
Bu dünyada ilktir.
Tayyip Erdoğan başardı!

KUTU
(uyan borusu)

Uydusu yerli!
Gemisi yabancı!

Göktürk 2 uydusunun yüzde 80’ni yerli olarak yapıldığı açıklandı. Proje maliyeti 140 milyon dolara ve fırlatma maliyeti de 20 milyon dolara çıktı. TÜBİTAK kaynaklarıyla gerçekleştirilen ilk milli yer gözlem uydusu oldu. Çin’den fırlatıldı. İlgililer, önümüzdeki yıllarda fırlatma altyapısının da yerli yapılacağını müjdelediler. Tam bu günlerde TPAO, Türkiye karasularında sismik araştırmalar yapmak için ihtiyaç duyduğu gemiyi Norveç’ten alıyor diye haberler var. Bu gemi yerli yapılamıyor mu?

Necati Doğru: Bugünü de sayarsak tam 11 gün doldu. Bir numaralı devlet büyüğünü “gökyüzüne uydu fırlatma törenine davet etmeyen” adam, 11 gündür susuyor.
Tek laf etmedi.
O gün, ulusal sırt okşayış günüydü. Halka “bilim ve teknolojide bizi geri bırakan makus talihimizi yendiğimizi” gösterecek fırsat doğmuştu. Yerli payı ve Türk beyin gücü katkısı en yüksek uydu uzaya fırlatılacaktı.
Devlet protokolü çağrılmıştı.

2 numaralı adam:
Meclis başkanı gelmişti.
3 numaralı adam:
Başbakan oradaydı.
4 numaralı adam:
Yüce Mahkeme Başkanı davetliydi.
5 numaralı adam:
Genel Kurmay Başkanı hazırdı.
1 numaralı adam:
Cumhurbaşkanı.
Yoktu.

Xxx

Protokolden çıkartılmıştı.
Kim, 1 numarayı atlayabilir?
Kim, buna cüret edebilir?
1 numara gelseydi.
Fırlatma düğmesine o basacaktı.
Teknolojide, bilimde, buluşta “zalim yenilmişliğimizi” yıkıp geçtiğimiz bu tarihi günün konuşmasını 1 numaralı adam yapacaktı.
“Unutuldu” dediler.
Türkiye Devleti’ne bak!
Bak. Bak.
Otur ağla.
En onurlu gününde; “1 numaralı devlet büyüğünü başarının şerefini paylaşmaya çağırmayı” unutuyor. Sanki unutulan 1 numaralı devlet büyüğü değil Siirt Belediyesi Park ve Bahçeler bahçevanı!

Xxx

Fırlatma töreni açış konuşmasını yapan ve “bu olağanüstü başarıyı alkışlamak yerine protesto sloganı atmaya gelen ODTÜ’lü öğrencileri 3 bin 600 polise dövdüren” Başbakan, “1 numarayı unutan ben değilim” dedi.
Unutkan TÜBİTAK!
TÜBİTAK Başbakan’a bağlı.
3 numaralı devlet büyüğü Başbakan, kendisine bağlı TÜBİTAK Başkanı Prof Dr. Yücel Altunbaşak’a “Nerede Devletimizin 1 Numarası?” diye sormadı. Böylece; “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül unutuldu yalanını” uydu ile gökyüzüne fırlatıp yerleştiren ilk ülke biz olduk.
Uzayda bir yalanımız var.

Xxx

TÜBİTAK Başkanı susuyor.
Gerçekten unuttu mu?
Unutturuldu mu?
Cumhurbaşkanı’ndan af istemedi.
Halktan da özür dilemedi.
En azından halkta “fırlatma törenine devletin 1 numaralı adamını çağırmayı unutanların yaptığı uyduya biz nasıl güvenelim, yapılan konuşmalara nasıl inanalım” duygusu doğar diye düşünmedi. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında; başta kalma çekişmesi uç verdi. Belirtilerini haber veren kulis yazıları sağda solda başladı.
TÜBİTAK Başkanı, saf tuttu.
Cumhurbaşkanı’nı çağırmadı.
Gül’ü 1 numaradan silmiş oldu.
1 numaraya Erdoğan’ı yerleştirdi.
11 gün geçti.
“Unutuldu Yalanı” uzayda dönüyor!
Bu dünyada ilktir.
Tayyip Erdoğan başardı!

KUTU
(uyan borusu)

Uydusu yerli!
Gemisi yabancı!

Göktürk 2 uydusunun yüzde 80’ni yerli olarak yapıldığı açıklandı. Proje maliyeti 140 milyon dolara ve fırlatma maliyeti de 20 milyon dolara çıktı. TÜBİTAK kaynaklarıyla gerçekleştirilen ilk milli yer gözlem uydusu oldu. Çin’den fırlatıldı. İlgililer, önümüzdeki yıllarda fırlatma altyapısının da yerli yapılacağını müjdelediler. Tam bu günlerde TPAO, Türkiye karasularında sismik araştırmalar yapmak için ihtiyaç duyduğu gemiyi Norveç’ten alıyor diye haberler var. Bu gemi yerli yapılamıyor mu?

Sözcü

Esfender Korkmaz: Atatürk neden illa da uygarlık dedi.


27 Ekim 1923’te Ali Fethi (Okyar) Bey başkanlığındaki hükümet istifa etti. Cumhuriyet Halk Fırkası grubu, yeni hükûmet listesi üstünde anlaşmaya varamadı. Mustafa Kemal Paşa, 28 Ekim gecesi, İnönü ve diğerler ile o gece “devletin niteliğinin Cumhuriyet olduğunu” öngören bir yasa tasarısı hazırladı.

Ertesi gün olan 29 Ekim 1923 günü de Fransız muhabiri Maurice Pernotya’ya Cumhuriyetin hedefini vurgulayan “Memleketler çeşitlidir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için bu tek medeniyete katılması lazımdır” şeklinde bir demeç verdi.

Aslında Atatürk’ün uygarlık hedefi için söylediği binlerce söz vardır. Bunlardan 30 Ağustos günü Dumlupınar’da söylediği “Uygarlık yolunda yürümek başarılı olmak yaşamın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak bilgisizlik ve gafletinde bulunanlar, genel uygarlığın coşkun seli altında boğulmaya mahkumdurlar.” Ve yine “Uygarlık yolunda başarı, yenileşmeye bağlıdır. Sosyal yaşamda, ekonomik yaşamda bilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve ilerleme yolu budur” sözleri, bugünlere ve yarınlara ait çok isabetli tespitleridir.

Bugünkü dünyamızda, petrol zengini ve fert başına milli geliri gelişmiş uygar ülkeler kadar ve hatta daha yüksek olan ülkeler vardır.. Ancak bu ülkelerde uygarlık olmadığı için, insanları mutlu değildir. Suudi Arabistan, Suud ailesinin mülkü gibidir. Dubai, bir ailenin yönetimindedir. Bu gibi ülkelerde herkes diken üstündedir. Kazaran hapse düşen birisinin başvuracağı hiçbir merci yoktur.

Uygar toplum kültürlü, eğitimli nüfusa sahip, fikir, sanat, endüstri ve bilgi alanlarında gelişme göstermiş bir toplum demektir..

Uygar toplumda, fert başına gelir çok yüksek olmasa da insan refahı daha yüksektir.. Zira bu toplumlarda mevcut kaynaklar daha rasyonel, daha verimli kullanılır.
Fethiye’de Kayaköy, mübadele sırasında, elli-altmış yıl önce boşaltılmış.. Kayaköy, bir dağın eteğinde yamaca kurulmuş.. Yamaca kurulmasında anlaşılan iki amaç gözetilmiş..
Birincisi halk, ovanın düz ve verimli alanlarına ev yapmak yerine, buraları ekip-biçmiş.. Üstelik, bir zeytin ağacı dikmişse, zeytin ağacının altına ve ağaca sarılacak şekilde, bir de asma dikmiş..

İkincisi, hem selden hem de düşmandan korunmak açısından daha avantajlı olduğundan, evleri yamaca yapmışlar.

Biz ise, yerleştikten sonra, Kayaköy’ü harabe olarak bırakmışız.. Düz ovalara evler, kebapçılar yapmışız.. Ekecek-biçecek yer bırakmamışız..

Eğer uygar bir toplum olabilseydik, ovayı ve dağı aynen eski yerleşenler gibi verimli kullanırdık.

Yine uygar toplumlarda insanlar daha mutludur.. Çünkü hoşgörü ve saygı vardır.

Avrupa’da veya Amerika’da otoyolda kazaran arabanız bozulursa, arkadakiler sabırla bekler. Kimse korna çalmaz… Bizde olsa bırakın kornayı edilen küfürlerden sinirleriniz bozulur..

Ayrıca, uygar toplumlarda sosyal ilişkiler daha gelişmiştir. Bu oluşum, toplumun yaşam kalitesini yükseltmektedir .

İnsanlarda “sosyal fayda, sosyal maliyet” bilinci oluşmuştur. Bu nedenle, kimse kimseye zarar vermez.

Uygar toplumlar etik anlamda gelişmiş toplumlardır… Herkes kamuda yolsuzluğun, başkasının hakkını yemek anlamına geldiğinin farkındadır… Aynı şekilde gelir dağılımı da daha düzgündür.

Aslında iktisadi gelişme, büyümeden daha geniş ve uygar olmayı içeren bir kavramdır.

Bugün uygarlık kavgası veren bir Türkiye’nin Atatürk’ü daha iyi anlaması gerekir.

Yeniçağ

Arslan Bulut: Erdoğan, komployu sırtında taşıyamaz! /// CC : @ArslanBulut1


OdaTV davasının 15’inci duruşmasında, gazeteci Soner Yalçın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ofisinde böcek bulunmasını örnek gösterirken, “Biz bu tertipçileri biliyoruz. Bu tertipçiler Baykal ve MHP’lilere kaset komplosunu yapanlardır. Bu tertipleri bildiğimiz için bize de komplo kurdular. Bu kötülük örgütlüdür ve ne yazık ki devlet içinde yuvalanmıştır. Ama yolun sonuna gelmiştir. Bu tertipçilerin yeni hedefi Erdoğan olduğu gün gibi açıktır. Kötülük sırtını mutlaka ihanete dayar. Devlet içindeki güç-iktidar çatışması kaçınılmazdır” dedi.

Biliyorsunuz, ben de birkaç gün önce Erdoğan’ı, dünya kamuoyuna “gazeteci tutuklatan Başbakan” olarak göstermek şeklinde yeni ve sinsi bir tuzak kurulduğundan bahsetmiştim.. O yazıyı yazdığımda, Tayyip Erdoğan henüz, evine ve makamına böcek yerleştirildiğini açıklamamıştı. Bu arada, Başbakan’ın koruma kadrosunun tamamen değiştirilmesinden hatta koruma işinin bordo bereli MİT görevlilerine devredilmesinden sonra, polis kökenli bir yazarın, “böcekleri, bulanlar yerleştirmiş olmasın” diyerek MİT’i suçlaması, bu büyük komplonun sonuna gelindiğini gösteriyor. Konuyla ilgilenen herkes görüyor ki Başbakan, tuzağa düşürüldüğünü biliyor ve tedbir almaya çalışıyor. Devam eden davalarda ortaya çıkan vahim soruşturma suçları var.

Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna bir örgüte ait telefon rehberinin yüklenmesi, “sehven” denilip işin içinden sıyrılma gayretleri, bu yüklemeyi yapanlarla ilgili soruşturmada sekiz savcının değiştirilmesi, yine bir albayın telefon kayıtlarına, kendisinin kullanmadığı bir cümlenin ilave edilmesi ve bu suretle fuhuş çetesine üye gibi gösterilmesi, bu suçlamayla 50 subayın hayatının karartılması da aslında, hem TSK’yı hem Türkiye’nin hukuk sistemini çökertecek kadar tehlikeli ve bir o kadar da iğrenç komplolardır.

***

Orgeneral Bilgin Balanlı ve arkadaşları, Hadımköy cezaevinden gönderdikleri mektupta, “Neden bu davaya bakan özel yetkili mahkeme, savunmayı yok sayarak adil yargılanma haklarını ihlal ederek ve usul yönünden hukuka aykırılıklar yaparak maddi gerçeklerin, dolayısıyla komplocuların ortaya çıkarılmasına engel olmuştur?” diye soruyor.

Yine Balanlı ve arkadaşları, başka bir mektupta da “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı kurgulanan ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir milli güvenlik zafiyetine sebep olan bu komploda yalan ve iftiraların hazırlayıcıları ve işbirlikçileri kimlerdir? Balyoz davasının hakimleri ve savcıları, hangi sebeplerle gerçekleri görmezlikten gelmektedir?” diyor.
Ortada büyük bir komplo olduğu açık.. Tayyip Erdoğan, böcek yerleştirme işinin üzerine giderse komplonun tamamen açığa çıkmasından endişe ediyor olabilir; ancak, bu komployu ortaya çıkarırsa, belki kendisini sorumluluktan kurtarır.. Aksi halde hiçbir şansı yoktur. Artık bütün unsurlarıyla ortaya çıkmaya başlayan komployu, daha fazla sırtında taşıyamaz..

***

Sincan cezaevinde ise 28 Şubat tutuklusu Albay Alican Türk, derdini 28 kıtalı bir şiirle anlatıyor. Ben ancak iki kıtasını verebiliyorum:
Başbakan der, “Çıkıyor mazlum ahı aheste,

Dün çektirenler bugün hepsi hapiste!..”
Ah alan kendi oysa, alınan her nefeste
Artık benim iç çektiğim bir davam var!
Ey Gazi! Uyan da gör ülkenin halini,
Darbe diye diye dağıttılar ordunu…
Gayrı engel kalmadı, bölecekler yurdumu,
Artık benim BOP’a hizmet eden davam var!!

Yüce Katırcıoğlu’nun evine baskın!

Yüce Katırcıoğlu, ABD’nin Kürdistan projesini, delilleriyle ortaya koyan makaleleri ile tanınır. Aynı zamanda Mason derneklerine karşı suç duyuruları ile de bilinir. Zaman zaman güvendiği gazetecileri telefonla arayıp önemli bilgiler verir. Suç duyurularından sonra, karşı tarafın talebi üzerine mahkeme, akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için hastaneye sevkine karar verdi. Karara itiraz etmesine rağmen, hakim “Ne olur yani gitseniz?” dedi. Bir hafta önce, üç polis evi basarak kendisini zorla hastaneye götürmek istedi. Direnince götüremediler.

Bir hafta geçince bu defa daha kalabalık bir ekiple ve ambulansla gelerek, Katırcıoğlu’nu pijamalarıyla hastaneye götürdüler. Doktorlar, müdahale kabul etmeyen Katırcıoğlu’nu eve gönderdi. Bu arada, polisler son 25 yıldır biriktirdiği gazete kupürlerinden oluşan ve yazılarında sık sık faydalandığı arşivini de bir çöp kamyonuna yükleyip götürdüler ve imha ettiler. Katırcıoğlu, bu işi Keçiören Emniyet Müdürlüğü’nden gelen ekibin yaptığını söylüyor.. Bu nasıl iştir Sayın İdris Naim Şahin Bey?

Yeniçağ

SABAHATTİN ÖNKİBAR: F Tipi Cemaat bölünüyor mu? /// CC : @sonkib ar


F Tipi Cemaatın çok eskiden beri mensubu olan Yeni Şafak yazarı Tamer Korkmaz Papa’lıktan devlet adamlığı nişanesini alan Mustafa Sargül’ü hedefe oturttu.

İyi de aynı Sarıgül Pensilvanya’ya gidip Hocaefendi ile görüşmedi mi?

Madem Sarıgül Papa’nın adamı Fetullah Gülen niye ona itibar eder?
Dahası ,aynı Papa’ya Hocaefendi de gitmemiş miydi?

Bir başka örnek yine Cemaatın önemli isimlerinden Bugün yazarı Nuh Gönültüş, Taraf Gazetesi Ergenekon ve TSK’ya operasyon için pazarlıklarla kurulduğunu söyledi.

Peki bu itiraf aslında Taraf’ın F Tipi silahşörleri Mehmet Barunsu ile Emre Uslu’yu hedef almak değil midir?

Kimse yazamıyor biz yazalım, F Tipi yapı içinde büyük bir çekişme var.

Küreselcilerle Anadolucular karşı karşıya ki Korkmaz ve Gönültaş gibilerin kovulması sonrasında Zaman Gazetesine Küreselciler hakim.

Anadolucular Hocaefendinin yanıltıldığını ve hatta tehdit altında olduğunu iddia ediyor.

Ağırlıklı olarak Yargı ve Emniyet kadrolarında oluşan Küreselciler ise Hocefendinin misyonunun evrensel olduğunu, bu itibarla Küresel egemenler yani siyonist emperyaller ve onun truva atı olan ABD ile beraber olmanın zorunluluğuna dikkat çekiyor.

***

Bahçeli’nin çok sevdiği gazeteciler

1) Yiğit Bulut.
Bahçeli tarafından kanaat öneri kabul edilip MHP Parti okulunda ders vermeye layık görülen isimlerin başında AKP’nin övgücüsü jöleli Yiğit Bulut var.

2) Ahmet Hakan Coşkun
Kendi ifadesi ile eskiden şeriatçı şimdi ise sol fikirlere sıcak baktığı ve milliyetçilikten nefret ettiğini söyleyen Ahmet Hakan Bahçeli’nin bir diğer fikir yoldaşıdır ki MHP’li gençleri onun fikirlerine teslim etti.

3) Şamil Tayyar
Sütunundan Bahçeli’ye övgüler düzen Şamil her ne kadar MHP parti okulunda konferansçı olamadı ise de Ahmet’in oraya çağrılmasına içerlendi ve niye ben değilimi çağrıştıran tepkiler verdi.

4) Abdülkadir Selvi
Kongre sürecinde Devlet Bahçeli için destanımsı satırları kaleme alan Yeni Şafak yazarı Selvi de Bahçeli’nin pek itibar ettiği bir isim.

***

28 Şubat için gazetelerden delil arıyorlar

Bir dönem önünde taklalar atılan Çevik Bir ve diğer 28 Şubat Paşaları için ortada henüz bir iddianame yok.

Hal böyle iken tutuklama adeta peşin cezalandırma şeklinde devam ediyor.

İlginçtir 28 Şubat’ta Çevik Bir’i tahrik eden medya bu hukuksuzluğa kayıtsız çünkü kendileri zarar görme endişesinde.

Bu bağlamda dün okuduğum bir haber fevkalade dramatikti.

4 polisin özel görevle 28 Şubat sürecinde atılan manşetleri tahkik için günlerdir TBMM Kütüphanesinde bulunduğu yazılıyordu.

Belli ki iddianame için malzeme yok, gazeteler taranıyor.

Söyleyin lütfen bunun adı tutuklulara suç icad etme arayışı değil midir?

Gazete sayfalarından suç aramak hangi evrensel normla izah edilebilir?

***

Üniversiteler nihayet!

ODTÜ’lü gençleri alkışlıyorum.

TGBD’den sonra AKP faşizmine sokakta demokratik tepki veren onlar oldular.

Bu bağlamda başta ODTÜ rektörü olmak üzere gençleri sahiplenen Üniversite Camiasına minnetlerimi haykırıyorum.

Kuşkusuz arada farklı ses verenler oldu ama onlar zaten akademisyen değil, biadcı tayfa!

Geç de olsa üniversitedeki bu silkiniş AKP diktatörlüğünün Türkiye’yi her şeye rağmen hala teslim alamadığını ve alamayacağını göstermektedir.

Gençlere ısrarlı tavsiyemiz yasaların dışına çıkmamaları ve bu çerçevede yılmadan usanmadan tepkilerini sürdürmeleridir.

Gençliği sinmiş bir toplumu esir almak çok kolaydır.

Durmak yok, demokratik başkaldırıya devam!

***

Merkez Bankası: Her yer karanlık

Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı önceki gün aynen şu sözü ediyor:

-”Bize güvenerek kimse 2013′te risk almasın. Büyük belirsizler var. Önümüzü net göremiyoruz.”

Bu ifadenin açılımı Makber’i terennüm değil midir?

Evet Merkez Bankası Başkanı Taşçı açıktan “her yer karanlık” diyor.

Söyleyin hakikat bu ise Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi Türkiye nasıl dünyanın kıskandığı bir ülkedir?

Türkiye üretmeden, birikimlerini özelleştirme adıyla satarak günü kurtarıyor. Ülke borcu 2002′de 218 milyar dolar iken, bu rakam bugün 711 milyar dolar. Hane halkının üçte ikisi rehin, yani borçlu. Ara malı üreten KOBİ’ler tasfiye olmuş, ihracatın yüzde 82′si ithalata dayalı. Ülke üretimi dışlayacak açık bir kara para ekonomisi hükümranlığı var.

Böyle bir tabloda Merkez Bankası Başkanı Makber’i söylemeyip başka ne mırıldanacak?

AYDINLIK

Ömür KURT: Suriye’de Necmettin Erbakan Taburu!


“Arap Baharı” adı altındaki Batı darbesinin son halkalarından biri olan Suriye uzun zamandır dayanıyor! Onlarca kurgu video internette dolaşıyor, haberler gerçek dışı yayın yapıyor, küresel basın-yayın olanlara ‘tarafsız’ değil! Hepsi de ‘Suriyeli’ muhalif teröristleri tutuyor!

‘Muhalif’ teröristler ise, işbirlikçileri ile el ele vermiş, Suriye’ye müdahaleye bir türlü ikna olmayan Türk milletini ikna etmek için her yolu deniyor! Bu ikna çabalarının başında İslâmi hassasiyet geliyor… Sözde ‘Müslüman(!)’ Suriyeli ‘muhalif’ler, gerçek Suriye halkını, Suriye ordusunun Müslüman askerlerini katlederken ‘Allah-u ekber’ (onlar Allah-u akbar diyor) kelâmıyla bağırıyor… ‘Müslüman’nın(!)’ Müslüman’a zulmü, ilahi bir terimle ‘meşrulaştırılıyor’!

Ve bu günlerde; Ameri’kan üsleri ve füze kalkanıyla kaynayan, NATO postallarının Türk topraklarını çiğneyerek patriot füzelerinin kalbimize sokulduğu bu günlerde, Türk milletini ikna faaliyeti yeni bir boyut kazanıyor… Bu kez, artık hayatta olmayan Türk siyasiler devrede!.. Ellerinde Amerik’an malı silahlar, önlerinde yüce Kur’an-ı Kerim ve eski Refah Partisi önderi Necmettin Erbakan resimleri… İslami duyarlılığı fazla olan siyasi bir şahsın adı Suriyeli muhalif teröristlerin, gerçek Suriye halkına ve askerlerini öldürmeye ant içmiş bir tabura verilmiş… Taburun adı; Necmettin Erbakan Taburu…

Taburun sözcüsü internette yayımladıkları izlencede şöyle diyor: “Bizler ömrünü emperyalizm ve siyonizme karşı mücadeleye adamış Necmettin Erbakan’ın talebeleri olarak 30 yıldır Siyonist İsrail’in bekçiliğini yapan ve Golan’ı işgal eden Yahudi devleti ile bu süreçte bir defa bile çatışmayan Zalim Esad güçlerine karşı direnişimizi sürdüreceğiz.” Böylece hem yüce Kur’an-ı Kerim, hem siyasi bir Türk şahsiyet ve Ameri’kan silahları aynı karede birleştiriliyor. Algı, “Esad’a karşı savaşan Müslüman muhalifler ve Müslüman bir siyaset” yönünde geliştirilmeye çalışılıyor… Bu teröristlerin arkasında Batılı güçler var! Birçok yerli ve yabancı kuruluş, Suriyeli muhalif teröristlerle işbirliği içinde… Birçoğu ülkemizde saklanıyor, İstanbul ve Ankara’daki toplantılara katılıyor, Urfa’da, Kilis’te, Antep’teki otellerde toplantılar düzenliyor, basın açıklamaları yapıyor… Her şey; “Biz haklıyız ve Suriye halkını öldürmek, Esad’ı devirip ‘demokrasiciliği’ getirmek ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni geliştirmek görevimizdir” oyununun bölge insanlarınca benimsetilmesi için…

Oysaki bizler; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!” düsturu ile yetiştirilmiş olan bizler, haksızlık karşısında susamayız! Gerçek birdir ve er geç ortaya çıkar! İş ki, büyük kayıplar olmadan anlaşılsın, önüne geçilsin ve emperyalizm -yine- kuyruğunu kıstıra kıstıra kaçıp gitsin! Çünkü geçtiğimiz yüzyıl, bugün de -bir canavar gibi- karşımızda duruyor…

İLK KURŞUN

Ümit Özdağ : İşkence ve faili meçhul /// CC : @umitozdag @Umit_Ozdag


Terörün ve terörle mücadelenin zirveye çıktığı bir dönemde 1990’lı yıllarda Polis Akademisi’nde İnsan Hakları ve Anayasa Hukuku dersi verdim.

Bu iki dersi hem de Türkiye’nin içinden geçtiği süreç düşünülür ise Polis Akademisi’nde vermek hiç de kolay değildi. Ağabeyleri her gün çatışmalarda şehit olan, okulda öğrenci olmalarına rağmen dağlarda ve sokaklarda PKK ile çatışan amirleri ile kendilerini özdeşleştiren 19-21 yaş arasındaki genç amir adayı öğrencilere, insan haklarını anlatmak herhangi bir üniversitenin kamu yönetimi bölümünde anlatmaktan farklıydı. Bundan dolayı dersi anlatırken, örnekler hem de aşırı örnekler vererek, öğrencileri bir çok kez germiş, duygusal patlamalara neden olmuştum.

Öğrencilerin “asarız, keseriz, kafasına sıkarız” cevaplarını sakin bir şekilde dinledikten sonra, onlara kim olduklarını, yani “POLİS” olduklarını ve polisin eşkıyadan farkını anlatırdım. Hayır, PKK ile bir çatışmaya girip, en sevdikleri arkadaşlarını şehit eden PKK’lıları ele geçirdikten sonra infaz etme hakları yoktu. Veya tecavüz ederek, 6 yaşındaki bir kız çocuğunu öldüren sapığı ele geçirdikleri zaman işkence edemez veya öldüremezlerdi. Çünkü onlar polisti. Polis demek, asker demek, yasa demektir. Yasa ise devlet. Türk İstiklal Savaşı sürecinde idamlar mahkeme kararı ile yapılmıştır. Hiç kimse bugün devleti koruyoruz diyerek, işkence veya faili meçhulü meşrulaştıramaz.

Teori böyledir ancak pratikte faili meçhul de olmuştur, işkence de. Askeri yönetim dönemlerinde daha da kolay olur. 27 Mayıs’ı yapan kadrodan MBK üyesi subaylar arasında 12 Mart’ta işkenceye uğrayanlar vardır. 12 Eylül’de işkence gören subaylar da. Ülkücülere, solculara yapılanları aktarmayacağım. Ancak nedense bu işkenceler çok konuşulmaz da Diyarbakır’da yapılan işkenceler çok konuşulur. Yapılmış mıdır?

Evet. Ancak PKK, kendisine yapılan işkencelerden çok daha kötüsünü ve adisini 1978’den beri yapmaktadır. Bunlardan birisini Ümit Yalım hatırlatmış, dinleyelim: “1987 yılında, Mardin Mazıdağı ilçesinde görevli bir astsubay, sivil kıyafetli olarak ilçedeki vatandaşlar ile birlikte kırsal bölgede av yaparken, tesadüfen kalabalık bir PKK’lı terörist grup ile karşılaşıyor. Teröristler sivil vatandaşları serbest bırakıyor ancak astsubayı yanlarına alıp uzaklaşıyor. Teröristler, astsubayı çırılçıplak soyduktan sonra bir ağaca bağlayarak işkence yapmaya başlıyorlar. Önce ayak parmaklarını bıçak ile teker teker kesiyorlar. Sonra gövdesinin iki yanını cep gibi keserek ellerini oraya sokuyorlar. Can havliyle bağıran astsubayın ….. organını keserek ağzına tıkıyorlar. Sonra naylon eriterek sıcak naylonu gözlerine döküyorlar. Son olarak astsubayın iki gözünü oyup, kalbine şiş ve bıçak sokarak öldürüyorlar. Bu işkence, resimler ve otopsi raporları ile belgelenmiştir. Ayrıca işkence sırasında olay mahallinde bulunan ve daha sonra sağ olarak yakalanan terörist tarafından verilen ifade ile tescillenmiştir.”

Annelerin elinden alınıp, yanan evlerin içine atılan 3 aylık bebekler, mağarada kızgın saçın üzerinde yavaş yavaş yakılan ve vücut yağları eriyerek şehit edilen astsubay, kızının ve subay kocasının gözlerinin önünde tecavüz edilen ve sonra gözlerinin önünde subay eşi şehit edilen subay eşi ve ve ve… Bunları resmi kayıt altına alan, fotoğraflayan ordu ve adalet teşkilatı sustu, infial olmasın diye yayınlamadı, üzerine gitmedi.

PKK da sanki kendisi insan hakları koruma örgütü gibi “bize işkence yapıldı” diye senelerden bu yana ortada dolaşıyor. Bülent Arınç da “ben de bu işkenceyi görseydim dağa çıkardım” diyor. Bülent Arınç’a rica edelim; PKK tarafından işkence ile öldürülen TSK ve polislerin dosyalarını getirtsin okusun. Biraz da şehitlerimiz ile empati kursun. Bakalım ne yapacak?

Yeniçağ

İSTİHBARAT ALANI

Sınırsız, Seçkin, Sansürsüz, Kemalist Haber Blogu

Derin İstihbarat

strateji, güvenlik, araştırma, istihbarat, komplo teorileri, mizah, teknoloji, mk ultra, nwo

İSTİHBARAT

Şifresiz Yayın!